Aydınlanma
Aydınlanma, 17. yy'da İngiltere’de yaşayan kimi düşünürlerin görüşlerinden etkilenen Avrupalı ve özellikle Fransız düşünürlerin görüşleri sonucu, 18. yy'da başlayan ve 19. yy'ın başlarında sona eren, Avrupa ve Amerika başta olmak üzere bir çok ülkede etkili olan düşünce akımına verilen isimdir. Aydınlanma, İngilizce olarak “Age of Enlightment”, “Age Of Reason”, Almanca olarak “Aufklärung”, Fransızca olarak “siècle des Lumières” tabirleri ile ifade edilmekte olup, ortaçağın karanlık düşüncelerine karşı ortaya çıkan ve akıl yolu ile ulaşılan bilgi, tecrübe ve düşünceleri ifade etmektedir.
Aydınlanma düşüncesinin başlıca amacı; dünyevi ve toplumsal hayatın, yerleşik gelenek ve dini inançlar yolu ile değil, bilimsel metoda dayalı araştırmalar sonucu elde edilen, akli bilgi ve deneyimler yolu ile kavranması, açıklanması ve idare edilmesine yönelik olarak toplumun dönüşümünü sağlamaktır. Aydınlanma hareketi, Batı uygarlığının kültürel, siyasi ve idari yapısında önemli değişiklikler meydana getirmiş; özellikle Kilise ve mutlaki rejimler ile mücadele etmiştir.
Toplumsal hareketler kökü ve sonu olan hareketlerdir; her toplumsal hareket bir önceki toplumsal haretin sonucu ve devamı, aynı zamanda bir sonraki toplumsal hareketin de başı ve nedenini oluşturur. Aydınlanma da böyledir. Aydınlanma hareketinin kökleri, Avrupa’da 15. ve 16. yy'da yaşanan Rönesans’a uzanır. Bilindiği üzere “yeniden doğuş” anlamına gelen Rönesans; kâğıt ve matbaanın icadı, coğrafi keşiflerden sonra Avrupa’da gelişen burjuvazi, İstanbul’un fethinden İtalya’ya giden bilim adamlarının etkisi ile başlamış ve bunun sonucunda bilim ve teknik alanında gelişmeler yaşanmış, hür düşünce ve yeni sanat anlayışları ortaya çıkmış, skolastik düşünce yerini akılcılık ve bilimsel düşünceye bırakmaya başlamış, gözlem ve deney önem kazanmış, Avrupa’da bilim ve teknik alandaki gelişmelerin önünü açmıştır. Bunun sonucu olarak özellikle İngiltere’nin 17. yy'da kolonileri vasıtasıyla özellikle ticari açıdan son derece gelişmiş olması, toplumsal bakımdan da gelişmini hızlandırmıştır.
Uzun ve orjinal ismi ile “The Royal Society of London for the Improvement of Natural Knowledge”, kısa ve Türkçe ismi ile İngiliz Kraliyet Akademisi, bilime yönelik olarak alanında uzman bir topluluk olup 1660'da oluşturulmuş ve 1662'de resmen kurulmuş olan bilim topluluğudur. İngiltere Kralı II. Charles tarafından açılışı yapılmıştır. Topluluk, İngiliz hükümetine karşı devlet yardımı alan ilmî bir uzman olarak görev yapmaktadır.
Aydınlanma’nın ilk tohumlarını atan İngiliz filozof Francis Bacon’dur. (1561 – 1626) Bilgiye deney yolu ile ulaşılabileceğini savunan ampirizm (deneycilik) ekolünün kurucusudur. Üzerinde vurgu yaptığı husus bilimsel metottur. Filozof, bilim adamı, devlet adamı, avukatlık, adalet bakanlığı gibi bir çok şapkası bulunmaktadır.
Aydınlanma’nın kurucusu olarak tanımlanan Joch Locke da (1632 – 1704) İngiliz’dir, İngiliz Kraliyet Akademisi üyesidir. Klasik liberalizmin kurucularındandır, ampirizm akımının üyesidir. Aslen Locke, Bacon’un fikirlerini takip etmiştir. Eserleri ile bilgi felsefesi ve siyasi felseye büyük katkılar sağlamıştır. Yazıları Voltaire ve Jean-Jacques Rousseau’yu etkilemiş, ayrıca Amerikan devrimcileri de Bağımsızlık Bildirgesi’nde onun fikirlerine atıf yapmışlardır. Bireyin hayata, “tabula rasa” diye adlandırılan boş bir zihin ile geldiğini ileri sürmüştür.
Yine İngiliz Isaac Newton da (1642 – 1727) fizikçi ve matematikçi olarak ortaya koyduğu temel fizik kuralları ile dünyanın tabi olduğu temel bilimsel kuralları belirlemesi bakımından önemlidir. Optik ve cebir alanlarına da katkı sağlamış; simya ve İncil üzerinde derin çalışmalar yapmıştır. Newton, Bilimler Akademisi’nin başkanlığına kadar yükselmiştir.
Bu noktada İngiltere’de 1688 yılında meydana gelen Şanlı Devrim (Glorious Revolution) ya da Kansız Devrim’e (The Bloodless Revolution) de kısaca değinmekte fayda vardır. Muhteşem Devrim olarak isimlendirilen olay, İngiltere Kralı 2. James’in, İngiliz parlamenterleri tarafından tahttan indirilip yerine Hollandalı 3. William’ın getirilmesine verilen addır. Bu olayı takip eden 1689 yılında İngiliz Parlamentosu’nda Haklar Bildirgesi (Bill of Rights) imzalanmış ve krala karşı meclisin yetkileri, parlamentoda ifade özgürlüğü, düzenli parlamento seçimleri, dilekçe hakkı ile kanunsuz vergi olmayacağı, savaş ilanının parlamentodan geçebileceği, protestanların haklarının güvence altına alındığı gibi hususlar düzenlenmiştir. Bu şunun için önemlidir; İngiltere’de özellikle John Locke’un fikirlerine dayalı olarak ortaya çıkan Aydınlanma, kansız bir devrim ile İngiltere’de kilise ve kralın baskısının azaldığı daha demokratik bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Halbuki birazdan göreceğimiz üzere diğer ülkelerde pek böyle sonuçlar yaşanmamıştır.
Yukarıda da bahsettiğimiz İngiliz filozoflara ilaveten, Hollandalı bir Yahudi filozof olan Baruch Spinoza (1632 – 1677) özellikle modern İncil eleştirisi ile insanın kendisi ve evren arasındaki ilişki üzerine çalışmaları ile bilginin kaynağını tecrübe değil akıl olarak gören rasyonalizm akımının kurucularından oldu.
18. yy’ın başına gelindiğinde, yukarıda çok azının adını sunduğumuz filozofların fikirleri İngiltere’yi aşıp Kıta Avrupası’na ulaşmış ve özellikle Fransa’ya varmıştı. Hemen belirtmek isteriz ki 18. yy'da Fransa, Avrupa’nın en büyük devletlerinden bir tanesi olmakla birlikte, gerek Katolik kilisesinin gerekse de mutlak krallığın yoğun baskısı halk üzerinde kuvvetli şekilde hissedilmekteydi. Bunun üzerine ayrıca, Avrupa tarihinde en yıkıcı olaylardan bir tanesi olan ve Katolikler ile Protestanlar arasında 1618 – 1648 yılları arasında meydana gelen Otuz Yıl Savaşları da eklenince, özellikle dinsel ayrımcılığa karşı bir öfke oluşmuştu. Bu savaş bir çok devletin katılımı ile ancak özellikle Almanya’da cereyan etmiş ve o zamanki Alman nüfusunun %70 oranında azalmasına yol açmıştır. Bu durum aynı zamanda Almanya’nın ulus devlet olma sürecini de geciktirmiştir.
18. yy’ın başında Fransa, son derece zengin ve büyük bir devlet olmasına rağmen, bir ikilem içerisindedir. Bir yandan filozoflar, sanatçılar, işadamları Paris’e akmaktayken, bir yandan toprak sahipleri ve kilisenin baskısı, ardından İngiltere’de yaşanan gelişmeler gözlerin Londra’ya dönmesine yol açar. Burada karşımıza Fransız aydınlanmasının iki büyük mimarı Montesquieu (1689 – 1755) ve Voltaire (1694 – 1778) çıkar.
Montesquieu, özellikle siyasi sistemler üzerine incelemeleri ile ön plana çıkan, güçler ayrılığı modelini ortaya atan bir filozoftur. Voltaire ise belki de Fransız aydınlanması ile birlikte tüm Aydınlanma’nın en önemli aktörlerinden bir tanesidir. Voltair’in en önemli eylemi, Katolik Kilisesi’ne yoğun bir şekilde hücum ederek, din özgürlüğü, ifade özgürlüğü, kilise ile devletin ayrılması konularında verdiği uzun süreli mücadeledir. Üretken bir filozof olan Voltaire, hemen her edebi türde, 20.000’in üzerine mektup ve 2.000’in üzerinde kitap yazmıştır! Aynı zamanda bir hukukçu olan Voltair, özellikle sansür başta olmak üzere, dini dogmalara, hoşgörüsüzlüğe ve haksızlıklara karşı mücadele vermiştir. Montesquieu ve Voltaire, İngiltere’ye yaptıkları gezi ve buradaki incelemelerinin ardından, İngiliz kazanımlarını ve gelişmeleri Fransa’ya aktaran ilk filozoflar olmuşlardır. Voltaire’in yayınları, kendisini takip eden diğer Fransız filozoflar tarafından Aydınlanma’nın temel metinleri olarak kabul edilir.
Bu noktada karşımıza ilk Ansiklopedi çıkar. Gerek keşifler gerekse de bilimsel ilerlemeler neticesinde bilginin türü ve adedi artmış; bu bilginin gerek saklanması, gerek kitlelere iletilmesi için bir araya getirilerek klasifiye edilmesi bir zorunluluk haline gelmişti. İlk olarak Ephraim Chambers tarafından 1727’de yayınlanan Cyclopedia, genişletilerek Denis Diderot (1713 – 1784) ve Jean Le Rond d’Alembert (1717 – 1783) tarafından tekrar yazıldı. 72.000 madde, 2.500 gravürden oluşan bu yapıtın tamamlanması 1751 - 1772, yani yirmi yılı aşkın bir zamanı aldı.
Aydınlanma’nın felsefeden sanata, siyasetten, dinden bilime, bir çok alanda bir çok sonucu olmuştur. Ancak özü nedir diye sorulduğunda “insanın aklını kullanma arzusu” olarak ifade edilebilir. Immanuel Kant (1724 – 1804), 1784 tarihli “Aydınlanma Nedir?” isimli makalesinde, Aydınlanmayı, “sapere aude” yani “Aklını kullanma cesareti” olarak tanımlamıştır. “Aydınlanmanın amacı öncelikle içinde yaşadığımız dünyayı ve yaşamı anlama, daha sonra öğrenileni ve bilineni insanlara yayma; bu dünyanın kurallarını, akıl yolu ile koymak, bunu yaparken her şeyden şüphe etmek, aklın önünde hiçbir engel ya da dogma kabul etmemektir. Bu nedenle önce yerleşik dinin temsilcisi olarak Katolik Kilisesi’ni, ardından da insanlar üzerinde baskı kurmaları nedeniyle monarşileri hedef almıştır. Bu son kısım aşağıda ayrıca ele alınmaktadır.
Aydınlanma’nın dini açıdan bir kaç temel sonucu vardır; bunlardan ilki gerek İncil üzerine modern çalışmalar ile gerekse de Kilise’nin üzerine gidilerek, bireyler üzerindeki dini kurumların baskısının hafifletilmiş olmasıdır. 18. yy'ın sonuna gelindiğinde aydınlanmış bireyin üzerinde engizisyon ya da dinden çıkarma baskısı bulunmuyordu. Bu sürecin bir sonucu olarak, “laiklik” adını verdiğimiz şekilde, Kilise ile Devlet işlerinin ayrılması hedefleniyordu ve bunda da büyük oranda başarı sağlandı. Devlet ile Kilise’nin ayrılmasından kasıt, devlet yönetiminin din adamları ve dini kurallar ile değil, devlet adamları ve insanlar tarafından konulan kurallar ile yönetilmesidir. Bu meyanda dini kurallar ancak ait olduğu yerde, yani bu kişi ile Tanrı arasında uygulanacak; toplumsal yaşam bilimsel kurallara göre düzenlenecekti. Son olarak ise, her ne kadar ateizmi savunan kimi filozoflar ortaya çıkmış olsa da, asıl hedef yerleşik dinler ve özellikle Katolik Kilisesi olduğu için, genel anlamda yaratıcı tek tanrı düşüncesine bağlı kalındı ve özellikle “deizm” akımı öne çıktı. Deizm, en basit tanımı ile, Tanrı’nın baştan tüm kuralları koyarak evreni ve dünyayı yarattığını, ancak sonra işleyişine karışmadığını iddia eder. Bu bir anlamda yerleşik dinlerin de reddidir. Çünkü Tanrı fikri vardır ancak din, peygamber, kutsal kitap kavramları sorgulanır. Deizm, bilindiği şekliyle, “saatçi” benzetmesi ile de anlatılır. Tanrı, sanki bir saat ustası gibi saatini yapıp kurmuş ve çalışmaya bırakmıştır, artık ona karışmamaktadır.
Aydınlanmanın önemli sonuçlarından birisi de “Aydınlanmış Despot” kavramını ortaya çıkarmış olmasıdır. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Aydınlanma aslen Fransa'da ortaya çıkmış bir akım olmasına rağmen, meydana getirdiği sonuçların özellikle etkilediği devletlerin siyasi ve felsefi yönden de ilerlemesine neden olması, özellikle kuruluş devrindeki kimi ulus devletlerin yöneticilerinin de bu hareketten yararlanmak üzere çaba göstermesine neden olmuştur. Bu despotlardan en çok bilinen üç tanesi Prusya Kralı Büyük Frederik, Ruç Çariçesi Katerina ve Avusturya İmparatoru 2. Joseph'tir.
1729 – 1796 yılları arasında yaşayan Çariçe Katerina, Çar Büyük Petro (1672 – 1725) ile birlikte Rus devletini köhne ve geri halinden almış ve Aydınlanma dönemi filozoflarından da faydalanarak bir Rus devrimi gerçekleştirerek ülkeyi aynı Avrupa'da yaşandığı şekilde modern, bilimsel ve rasyonel bir sistem üzerine inşa etmişlerdir. Büyük Frederik ise (1712 – 1786) özellikle Voltaire'in eşliğinde Prusya'nın ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştur.
Bu noktada özellikle şu hususu vurgulamak isteriz ki Kıta Avrupa'sında devletin doğrudan halk tarafından yönetilmesine yönelik demokrasi fikri ve parlamentarizm henüz emekleme aşamasında olduğundan, Aydınlanma dönemi filozofları önceliği baskıcı kilise ve krallar ile mücadeleye vermiş, diğer yandan ikinci ile mücadelede, özünü Platon'un Devlet eserinde bulan “Filozof Kral” fikri ağır bastığından monarşilerin hepten ilgası yerine öncelikle nitelikli krallar tarafından idareye öncelik vermişlerdir. Ancak bu durum elbette bir kısmının fikirleri yüzünden hapse atılmalarına, sürgün edilmelerine de engel olmamıştır.
Özetlediğimiz şekilde başlayıp gelişen Aydınlanma'nın 1786 Fransız İhtilali ile sona erdiği kabul edilmektedir. 18. yy'da Fransa'nın içinde bulunduğu kilise ve krallığın baskıcı rejimi, kötü bir şekilde bozulan ve düzeltilemeyen ekonomik koşullar ile birleşince, fikri alt yapısı zaten ortaya çıkmış olan devrim gerçekleşmiş ve son derece kanlı bir şekilde iktidar el değiştirerek krallık idaresi yıkılmış fakat onun yerini uzun süren karmaşa ve ardından Napolyon Bonaparte'ın 1804 yılında idareye el koyması ile tekrar zorlu ve kanlı zamanlar yaşamaya başlamıştır.
Bununla birlikte Aydınlanma, Kuzey Amerika, Prusya ve Alman Devletleri, Hollanda Rusya, Ukrayna, İspanya, Polonya ve İtalya'ya yayılarak sonuçlarını vermiştir. 1715 – 1789 yılları arasında meydana gelen Amerikan Aydınlanması önemli olduğu için üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Amerikan Kolonileri'nin İngiltere'ye karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi özellikle Montesquieu'nün fikirlerinden etkilenmiş; özgürlük, demokrasi, cumhuriyet fikri ve özellikle dini hoşgörü ön plana çıkartılarak Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi yayınlanmış ve Anayasa kabul edilmiştir. Bu anlamda Amerikalı kurucular özellikle John Locke'un cumhuriyet düşüncesi ile Adam Smith'in liberalizm fikrinden çokça yararlanmıştır. Bu hareketin başını ise Benjamin Franklin, Thomas Jefferson, John Adams ve James Wilson çekmiştir. Genel kabul gördüğü şekliyle Fransa'da başlayan Aydınlanma asıl sonuçlarını orada değil Amerika Birleşik Devletleri nezdinde vermiştir.
Türk Aydınlanması
Aslında kendisinin varlığı da tartışma konusu olan Türk Aydınlanması'nın ne olduğu, ne zaman başlayıp, ne şekilde geliştiğini ortaya koymadan önce kendisini yaratan faktörler ile kendisinden önce, özellikle Osmanlı Devleti'nde yaşanan çağdaşlaşma çabalarına atıf yapmakta fayda vardır.
Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğu, Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu olan ve 1546 – 1595 yılları arasında yaşayan 3. Murat devrinde en geniş sınırlarına ulaşmış ve çok büyük bir alana hükmeder hale gelmişti. Bu parlak dönem aynı zamanda Osmanlı'nın yavaş yavaş duraklama dönemine girişi anlamına da geliyordu. Nitekim 1617 yılında tahta çıkan Sultan I. Mustafa ile hemen ardından tahta çıkan II. Osman (Genç Osman'ın) isyanlar neticesinde tahttan indirilmesi ve 1623 yılında tahta çıkan 4. Murat'ın isyanları bastırmak ve düzeni kurmak için sert bir iktidar usulü benimsemesi Osmanlı devletinin içinde bulunduğu kötü durumun erken göstergeleri idi. Bu arada dünyada coğrafi keşifler yapılmakta, ticaret yolları değişmekte, bilimsel gelişmelerin ilk adımları atılmaktadır. Osmanlı Devleti bu gelişmelerin dışında kalmış ve taraflar arasındaki savaşın neticesinde, 1699 tarihinde Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında imzalanan Karlofça Anlaşması ile ilk kez toprak kaybedildiğinde Avrupa'nın aslında ne kadar ilerlediği ve Osmanlı'nın geride kaldığı anlaşılmaya başlanmıştır. Bunun üzerine 17. yy'da hüküm süren padişahlar döneminde Koçi Bey, Tarhuncu Ahmet Paşa, Köprülü Mehmet Paşa gibi paşalar tarafından sistem içi onarım çalışmaları yapılsa da bu çalışmaların genellikle günü kurtarmaya yönelik olması ve ciddi şekilde tepki görmesi nedeniyle etkili sonuçları olmamıştır.
Osmanlı’da gerçekleşen esaslı yenileşme hareketleri 1789 yılında tahta geçen 3. Selim ile başlar. Bu dönemde 1807’ye kadar atılan adımlar, özellikle ordunun ıslahını amaçlamaktadır. Bunun için Avusturya’ya elçi gönderilerek rapor hazırlatılmış, yeniçeri ocağının tasfiyesi amacıyla Nizamı Cedit ordusu, Mühendishane-yi Berri Hümayun, Kumbarahane gibi kurumlar oluşturulmuş, bunun için yurtdışından, özellikle Fransa’dan mühendisler getirilmiş, idari, mali, iktisadi ve ticari hayatta düzenlemeler yapılmış, Paris, Viyana, Londra ve Berlin’de daimi elçilikler açılmıştır. İsyanlar ve tepkilerle geçen süre zarfında, 3. Selim’den sonra 1808’de tahta çıkan 2. Mahmut, 31 yıl süren saltanat hayatı sırasında, son derece çalkantılı bir idare hayatı geçirmiş ancak tüm bunlara rağmen yaptığı ıslahatlar ile bir çok şeyi değiştirmiştir. Bu dönemde yeniçeri ocağı tam olarak kaldırılmış, Divan sistemi yerine bakanlıklar kurulmuş, posta örgütü tesis edilmiş, ilk nüfus sayımı yapılmış, memurlar için kıyafet zorunluluğu getirilmiş, ilköğretim zorunlu hale getirilmiş, rüştiye (ortaokul) açılmış, ilk tercüme okulu açılmış, Avrupa’ya eğitim amacıyla öğrenci gönderilmiş, Resmi Gazete çıkartılmış, pasaport kullanılmaya başlanmış, Askeri İdadi, Harbiye ve Tıbbiye Mektepleri açılmış, ayrıca bir çok modern okul kurulmuştur. 2. Mahmut’un ardından 1839’da tahta çıkan Abdülmecit, reformları aynı şekilde devam ettirmiş, ayrıca aynı yıl, ilk Türk anayasa hareketi olarak kabul edilen ve zamanın insan hakları değerlerine atıf yapan Gülhane Hattı Hümayun’u, yani Tanzimat Fermanı’nı ilan etmiştir.
Tanzimat Fermanı, hangi dinden olduğu fark etmeksizin vatandaşların can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması; yargılamada açıklık ve kimsenin yargılanmadan idam edilemeyeceği hükmünü getirmiş, vergide adalet ile özel mülkiyeti güvence altına almıştır. Bu çabalar, çağdaşlaşmaya ve cumhuriyet fikrine ön ayak olmuştur. Tanzimat Fermânı'nın okunmasından I. Meşrutiyet'in ilanına kadar geçen dönem, Tanzimat Dönemi (3 Kasım 1839 - 22 Kasım 1876) olarak anılır. Bu arada 1856 yılında ayrıca, Rusya’ya karşı İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın desteği alınması amacıyla ülkede yaşayan gayrimüslümlere bir çok alanda imtiyaz tanıyan Islahat Fermanı ilan edilmiştir.
Daha sonra 1861 yılında saltanata geçen Abdülaziz, yenileşme çabalarını devam ettirmiş, özellikle donanmanın geliştirilmesi için uğraşmış, Avrupa’yı tanımak için ziyaretler yapmış, Sayıştay ve Danıştay’ın temelleri atılmış, modern okullar açılmaya devam edilmiştir. Abdülaziz’den sonra çok kısa bir süre başta kalan 5. Murat sayılmaz ise yerine 1876 yılında 2. Abdülhamit geçmiş ve 1909 yılına kadar devleti idare etmiştir. Bu dönem bir yandan “zorbalık” demek olan “istibdat dönemi” olarak adlandırılırken bir yandan da Osmanlı devletinin son dönemlerinde en çalkantılı, olaylı ve modernleşme çabalarının da en yukarı çıkmış olduğu bir dönemdir. Bu dönem içerisinde önce ilk anayasa olan Kanuni Esasi kabul edilerek 1876’da 1. Meşrutiyet ilan edilmiş ve parlamento denemesi olan Meclisi Umumi açılmıştır. Her ne kadar 1. Meşrutiyet, 2. Abdülhamit tarafından, Osmanlı Rus savaşı bahane edilerek 1878’de ilga edilmiş ise de daha sonra 1909’da 2. Meşrutiyet adıyla tekrar geçerlilik kazanmıştır. 1908 ile 1918 arasındaki on yıllık dönem İttihat ve Terakki’nin yönetimde bulunduğu dönem olup 2. Meşrutiyet dönemi olarak adlandırılan bu dönem Türk siyasal hayatının temellerinin atıldığı, bir anlamda Cumhuriyet’in nüvelerinin ortaya çıktığı bir dönemdir. Konumuz olmaması açısından bu dönem ve sonrasının siyasi gelişmelerine daha çok girmeyeceğiz.
Yukarıda genel esaslarını verdiğimiz ve 1789 yılında 3. Selim ile başlayan Osmanlı’da esaslı yenileşme çabaları, 24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması ile resmi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar aralıksız olarak devam etmiştir. Bu dönem içerisinde önde gelen Osmanlı aydınlarından olan Şinasi (1826 – 1871), Namık Kemal (1840 – 1888), Ziya Paşa (1825 – 1880), Ahmet Rasim (1864 – 1932) önemli aydınlardır.
Çalışmamız açısından önemli olan, Aydınlanma hareketi ile Osmanlı’da yaşanan ıslahat ve reformların karşılaştırılmasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Avrupa’da 18. yy'da yaşanan Aydınlanma’nın temel fikri, başta din ve kral olmak üzere, her türlü dogmatik ve baskıcı düşünceye karşı insan aklının üstünlüğü ve dünyevi yaşamın kurallarının bu esaslar üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Aydınlanma hareketinin arkasında bir yandan kendisini hazırlayan Rönesans bulunurken bir yandan özellikle bilim ve ticaretteki ilerlemeler bu zihniyet devrimini hızlandırmıştır. Halbuki Osmanlı’da yaşanan Batılılaşma çabaları, altyapı değişiminden ziyade, özellikle askeri alanda yenilgileri ortadan kaldırmak için gereken günlük ve daha kısa vadeli üst yapı çalışmaları niteliğinde gerçekleşmiştir. Bir benzetme ile bilim yerine teknolojinin alınmasına çaba sarf edilmiş; bu teknolojiyi meydana getiren bilimsel adımlar atılmadığı için bilimin gelişmesi mümkün olmamış ya da çok yavaş olmuştur. Diğer yandan Batıda Aydınlanma’nın sonucu olarak ortaya çıkan “Aydın” kavramı ile Osmanlı Aydın’ı ya da Münevver’i farklı gelişmiş; Batıdaki Aydın kendisi yaratarak, araştırarak, yeni bir düzen kurmanın çabası içerisinde olduğu halde, Osmanlı Aydın’ı daha ziyade mevcut düzeni iyileştirmenin peşinde çaba sarf etmiştir. Osmanlı Aydını’nın, temel dayanak noktası modern Batı uygarlığı ve düşünce hareketi olduğu için; özellikle yerel anlamda, toplum içerisinden de yoğun muhalefet görmüştür. Çünkü bugün olduğu gibi eskiden de Batı’nın sadece maddi yönlerinin alınıp düşünce sistematiği, kültürünün alınmayarak kalkınılması gerektiği iddiasında bulunan etkili bir kesim de mevcuttur. Bu nedenler ile Osmanlı’da meydana gelen reform ve ıslahat hareketleri, (elbette başka bir çok etkinin de mevcudiyeti ile) iyi niyetli olmakla birlikte devletin çökmesine engel olamamıştır. Bu noktada önemli olduğu için şunu da vurgulamak isteriz: Batıdaki aydınlanma hareketinin başarılı olmasının nedeni aşağıdan yukarıya doğru, halktan gelmiş olmasıdır. Osmanlı ve genel olarak Türk toplumunda ise devletin devamlığını sağlamak için yukarıdan aşağıya doğru gelişmiştir. Bu nedenle kökü olmadığı için tutunması zor olduğu gibi, devletin, bir başka deyişle Osmanlı’da hüküm süren Sultanlık rejiminin ömrünü uzatmak gibi de bir olumsuz etkisi olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’ne geldiğimiz zaman ise durum çok daha başkadır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde saltanat kaldırılmıştı, bunu 3 Mart 1924’te halifeliğin ilgası izledi. Ardından devrimler arka arkaya yapılmaya başlandı. Önce öğretimin birleştirilmesi ilkesi kabul edildi, 1925’te (sonra da 1934)’te şapka ve kılık kıyafet kanunu çıkarıldı; tarikatlar kaldırıldı, 1926’da Medeni Kanun, Türk Ticaret Kanunu ve Türk Ceza Kanunu kabul edildi, miladi takvim ve saat kabul edildi, medreseler kaldırıldı, 1928’de Latin alfabesine geçildi; “Devletin dini İslamdır” ifadesi Anayasa’dan çıkartılarak laiklik ilkesi kabul edildi. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu devrimlerle hedefi teokratik ve çok uluslu Osmanlı Devleti'nin laik, demokratik ulus devlet Türkiye'sine dönüşümüydü. Bu devrimler toplumsal, kültürel, hukuki ve ekonomik alanları düzenlemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi; zamanı bakımından halk egemenliği ve akılcılık ilkesine dayalı çağdaş bir ulus devlet yaratmaktı. Bu hedefe varılabilmesi için sadece bir takım yeniliklerin yapılması yeterli olmadığından toplumu tümden ekonomik, kültürel, bilimsel, hukuki vb. açılardan değiştirmek, bununla da geliştirip, Batı devletleri ile aynı seviyeye çıkarmak isteniyordu. Dolayısıyla, Osmanlı zamanında yapılan ıslahatların yeterli kalmadığı da görüldüğünden, Mustafa Kemal’in önderliğinde ve çok kısa bir süre içerisinde yukarıda bir kısmı sayılan devrimler yapıldı ve bunların yerleşmesi için de mümkün olduğunca ödün verilmemeye gayret edildi. Hiç tartışmasız tüm devrimler içerisinde en çok tepki gören, saltanatın ilgası ile birlikte ve ondan çok daha fazla şekilde 1928 yılında “Devletin dini İslamdır” ibaresinin Anayasa’dan çıkartılarak laiklik ilkesinin kabulü ve dini kuralların, toplumsal ve devlet hayatına etkisinin azaltılmasıdır.
Cumhuriyet devrimlerinin yaygınlaştırılması için önemli gördüğümüz üç kurumu biraz daha yakından incelemek istiyoruz. Bunlar Halkevleri, Köy Enstitüleri ve Tercüme Bürosudur
Halkevleri
Halkevleri, doğrudan Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatı ile 1932 yılında 14 merkezde (Afyon, Ankara, Bolu, Bursa, Çanakkale, Denizli, Diyarbakır, Eminönü, Eskişehir, İzmir, Konya, Malatya, Samsun) kurulan, yapılan devrimlerin özellikle şehirde yaşayan halk içerisinde kalıcı olarak yerleşmesini hedefleyen, dil-edebiyat, güzel sanatlar, tiyatro, spor, sosyal yardım, halk dershaneleri ve kurslar, kütüphane ve yayıncılık, köycülük, tarih ve müze alanlarında faaliyet gösteren sosyal kulüp benzeri oluşumlardır.
Kurulma amacı Cumhuriyet düşüncesi ile devrimlerin, sadece merkezde kalmayıp, Türkiye’nin bir çok köşesine ulaştırılması gayretidir. 1951 yılında Demokrat Parti tarafından kapatıldığında 478 halkevi, 4322 halk odası bulunmaktaydı.
Prof. Macit Gökberk, Halkevlerinin Aydınlanma hareketi içindeki yerini şöyle özetlemektedir:
“… Atatürk’ün kurduğu halkevleri, Cumhuriyet’in dünya görüşünü aydınlar aracılığıyla halka kadar indirme girişimi ve denemesidir. Halkevleri pratik becerilerin kazanıldığı yerler olmaktan çok, türlü sanat dallarındaki çalışma ve gösterileriyle, yöre tarihi ve kültürü üstündeki araştırmalarıyla, çeşitli konulardaki konuşmalarıyla bilinçlenme yerleriydi; yeni çağdaş yurttaş’ı yetiştirmeye yardımcı olan odaklardı.” Uzun yıllar Ankara Halkevi Başkanlığını yapmış olan Ferit Celal Güven’e göre, “Halkevleri Atatürk’ün çok güvendiği ve çok bel bağladığı bir devrim kurumu olarak kurulmuştur.”
Halkevleri, Demokrat Parti iktidarında, gerek CHP’nin parti kolu şeklinde hareket etmeye başlaması, gerek bütçe nedenleriyle Adnan Menderes tarafından kapatılmış; kapatıldığı süreye kadar geçen 19 yıllık süre içerisinde gerek devrimlerin halka benimsetilmesi gerekse de ücretsiz faaliyetleri ile halk eğitimine büyük katkıda bulunmuştur.
Köy Enstitüleri
Köy Enstitüleri, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, (1897 – 1961) ve İsmail Hakkı Tonguç’un çabaları ile 1940’da, köylerde teori ile pratiğin bir araya geldiği, zeki köy çocuklarının eğitilerek yine köylerde eğitim vermesi fikri üzerine kurulu organizasyonlardır. Projenin başlatılmasına Mustafa Kemal vefatından önce ön ayak olmuştur.
Cumhuriyet’in tüm devrimlerine rağmen 1940’lara gelindiğinde, Anadolu’da halen eğitim hamlesi başarıya ulaşamamış, köyler bu etkinin dışında kalmıştı. Geleneksel öğretmenlik okullarından mezun olan öğretmenler için köylerde öğretmenlik yapmak çok zordu. Ancak Türkiye nüfusunun %80’e yakın bir bölümü henüz köylerde yaşıyordu; bu nedenle eğitim, öğretimin köylere götürülmesi elzemdi. Köy Enstitüleri ilk olarak, tarım yapma imkanları geniş köylerin yanında, 21 bölgede kuruldu. “İş için, iş içinde eğitim.” ilkesi gereği faaliyet gösteriliyor, teorik ve pratik eğitim birlikte veriliyordu. Her enstitünün kendisine ait tarlaları, bağları, besi ve kümes hayvanları, atölyeleri vb. mevcuttu.
1940-1946 arasında Köy Enstitüleri’nde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1.200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti.
Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy Enstitüleri’nde 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir.
Dersler %50 kültür, %25 tarım, %25 teknik dersler olarak dağılıyordu. Öğrenciler, her sene, yeni tercüme ettirilen en az 25 dünya klasiğini okumak ve ayrıca bir müzik aleti çalmayı öğrenmek zorundaydılar. Köy Enstitülerinden mezun olan öğrenciler bilgi ve tecrübe düzeyi yüksek, kaliteli öğretmenler oluyorlardı.
1947 yılından başlayarak, özellikle büyük toprak ağası siyasetçilerden gelen kuvvetli muhalefetin de etkisi ile enstitülerdeki ders programı değiştirilmeye başlandı. 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile önce eğitim programına din dersleri eklendi ve kız erkek karışık eğitim öğretim sona erdirildi. 1952’de köy okulları ile birleştirilen enstitüler 1954’te kapatıldı.
Köy Enstitüleri’nin gerçek kapatılma nedeni buralardan mezun olan öğrencilerin, köylerde aydınlanma hareketi başlatarak toprak ağalarının karşısına dikilmesi ve zamane siyasetinde etkili olan toprak ağalarının buna engel olma çabasıydı.
Köy Enstitüleri artık doğru bir şekilde tespit edilmiş olduğu üzere, Türk toplumuna özgü, son derece olumlu sonuçlar doğuran bir aydınlanma kurumuydu. Etkin olarak çalıştığı 1940 – 1946 yılları içerisinde okuma yazma oranın artması, köylerde eğitim seviyesinin yükselmesi, Cumhuriyet devrimlerinin halka mal edilmesi konusunda son derece iyi sonuçlar doğurdu; kapatılması mâlesef Türk devrimlerinin yerleşmesine en büyük sekteyi vuran darbelerden bir tanesi olmuştur.
Tercüme Bürosu
Tanzimat döneminde Osmanlı aydını önündeki en büyük engellerden bir tanesi dil sorunu nedeniyle Aydınlanma hareketini meydana getiren fikirleri öğrenememesi ve bunlar hakkında ancak sathi bilgi sahibi olmasıydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından bu eksikliğin farkında olan Hasan-Âli Yücel, 1939 yılında Birinci Neşriyat Kongresi düzenleyerek, Batıyı tanımak zorunluluğuna vurgu yapmış ve "bu zorunluluk, bizi geniş bir tercüme seferberliğine davet ediyor," demiştir.
Bu ilke üzerine Tercüme Heyeti kurulara, ilk toplantısını 1940'ta, Ankara'da yapmış ve Dr. Adnan Adıvar başkanlığında çalışarak bir Daimî Büro oluşturmuştur. Nurullah Ataç'ın yönettiği Büro'nun üyeleri arasında Saffet Pala, Sabahattin Eyüboglu, Sabahattin Ali, Bedrettin Tuncel, Enver Ziya Karal ve Nusret Hızır bulunmaktadır.
Kuruluşundan kısa bir süre sonra tercüme çalışmaları başlar; 1946 sonunda, dünya felsefe ve edebiyatı klasiklerinden 496 eser Türkçe’ye çevrilmiştir. 1946 yılına gelindiğinde Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı görevinden alınır. Çeviri faaliyetleri bundan sonra yavaşlasa da 1958 yılına değin 965 çeviri eser sayısına ulaşılır. Çevrilen bu eserler yeni yetişen Türk aydını için çok büyük bir boşluğu doldurmuş, özellikle Batılılaşmanın fikri ve kültürel kaynakları konusunda bilgi ve fikir sahibi olunması sağlanmıştır.
Türk Aydınlanması’ndan Ne Anlamak Gerekir
Yukarıda değindiğimiz üzere, Türk Aydınlanma hareketi, aslında 1789 3. Selim ile başlayan evrimsel değişim ve dönüşüm çabalarının, istenilen sonucu vermemesi üzerine, 1923’te kurulan modern Türkiye Cumhuriyeti’nde, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde devrimsel bir süreç ile topluma kabul ettirilme hareketidir. Bu hareket, devleti ve toplumu geri kalmışlığından kurtarıp, çağdaş devletler seviyesine yükseltme amacını güder. Bunu yaparken 18. yy'da Avrupa’da gerçekleşen Aydınlanma hareketinden ve ardından kurulan ulus devletlerden kendisine ilham alır. Türk aydınlanması, padişahın karşısındaki kulu, modern devletin vatandaşı yapmayı ilke edinir. Bunu yaparken kendisine engel olarak gördüğü tutuculuk ile mücadeleyi amaçlar. Bu mücadelede en büyük silah eğitim olarak kabul edilir ve toplumun bir bütün olarak eğitimine yönelik adımlar atılır.
Cumhuriyetin kurulmasının ardından yaşanan bu modernleşme sürecinin Avrupa’da yaşanan haliyle bir aydınlanma hareketi olup olmadığı halen tartışmalıdır. Bu iddianın karşısında olan yazarlar, hareketin halkın içerisinden, aşağıdan yukarıya doğru gelmeyip, yine yukarıdan aşağıya doğru yapıldığını; geniş halk kitlelerinin tepkisinin halen devam ettiğini, zorla uygulandığını belirtirken, yanında olan yazarlar ise kendisine aklın önderliğini ilke edinmesi nedeniyle hareketin toplumsal aydınlanmayı amaçladığını, her ne kadar tepeden inme olsa da süreç içerisinde toplumun genelinin bu harekete uyum sağladığını, bu süreç ile modern ulus devletlerindeki siyasi, toplumsal kurumların bir çoğunun kurulup faaliyete geçtiğini, özellikle laiklik ilkesinin kabulü ile artık bu modernleşme projesinin aydınlanma hareketi olarak kabul görmesi gerektiğini söylemektedir.
Bizim görüşümüz, Cumhuriyet devrindeki bu fikir ihtilalinin, Türkiye’ye özgü bir aydınlanma hareketi olduğu yolundadır. Bunu böyle görmek uygun olacaktır çünkü neredeyse tüm yaşamı süresince fetihler nedeniyle Batı medeniyeti ile sürekli savaş içerisinde bulunan Osmanlı devletinin, gerek farklı dini gerek toplum ve kültürel yapısı nedeniyle Batıda yaşanan aydınlanma hareketini birebir yaşamasının zaten mümkün olmadığı görülmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün bir büyük başarısı, aklın egemenliğine dayanan bu hareketi Türk toplumunda yaşama geçirmek olmuştur. Bu hareketin 1950’den sonra yavaşlayıp, akamete uğradığı doğrudur ancak geldiğimiz noktada başarılı olduğu da açıktır. 29.04.2022
Kütüphane - Nitelikli Diğer Yazı ve Kitaplar İçin