Arapça “hcr” kökünden türeyen hicret, bir yerden göçme, ayrılma, terk etme anlamına gelir. Aynı kökten türeyen diğer kelimeler olan hicran, ayrılık; muhacir, göç eden; tehcir, yola çıkma, gün doğumunda seyahat etme; sürgün etme anlamındadır. Bağlantılı bir başka kavram olan menzil ise, yolculukta dinlenmek amacıyla durulan yer, konak ve iki konak arasındaki uzaklığı ifade eder. Bizim konumuz ise hicret, göç, seyahat, yolculuk başlığı altında bu temayı işlemek; yaşama yansımaları üzerinde durmak olacak.
Yolculuk; en basit anlamı ile insanın, iki nokta arasında hareketini ifade eder. Bu hareket yaya olabileceği gibi bir binekle de olabilir; yalnız olabileceği gibi, grup halinde de olabilir; kendiliğinden olabileceği gibi zorla da olabilir; yolu bilmeden çıkılabileceği gibi bir rehberle de yapılabilir; yolculuğun hedefi baştan belli olabileceği gibi meçhule de yapılabilir; fiziksel bir hedefe doğru olabileceği gibi insanın içine doğru da olabilir; amaç, hedefe varmak olabileceği gibi yolculuğun kendisi de olabilir. Tüm bunlar insanın ne olduğundan ziyade, neyi aradığı ile ilgilidir; çünkü insan neyi arıyorsa, odur; her arayış ise içinde zorunlu bir yolculuk barındırır.
Örnekler üzerinden gitmek, bu kavramların işlenmesinde bize kolaylık sağlayacaktır ve bireysel anlamda tarihi değiştiren ilk yolculukları yapanlar hep peygamberler olmuştur. Bunlardan ilki, bilinen ilk tek tanrılı din olan Mazdeizm’in kurucusu Zerdüşt’tür. M.Ö. 1200 yılları civarında bugünkü Kuzey Afganistan’da yaşadığına inanılan Zerdüşt Peygamber, çok tanrılı dine mensup bir kültürde doğmuş; çocuk yaşta buna ilişkin eğitim almaya başlamış, onbeş yaşında rahip olmuş ve yirmi yaşında ailesinin yanından ayrılarak çok uzun bir yolculuğa çıkmıştır; on yıl kadar süren bu ruhani yolculuk sırasında bir çok farklı kişi ve kültür ile tanışan Zerdüşt Peygamber, otuz yaşında ilk tek tanrılı din olan Mazdeizm’in kurallarını ortaya koyarak bu dini vazetmiş, ilk tek tanrı olan Ahura Mazda üzerinden tek tanrılı dinlerin temelini atmıştır; bu dinin öğretisi, kendinden sonra gelen tek tanrılı dinleri de etkilemiştir. Zerdüşt Peygamber’in ortaya koyduğu Mazdeizm inancı, yaklaşık on yıl süren çileli bir yolculuğun sonucudur.
Bu kapsamda, ikinci örnek Musa Peygamber’dir. Musevilik dininin kurucusu olan ve M.Ö. 1.300 yılları arasında yaşadığına inanılan Musa Peygamber; Mısır’da yaşarken, bir Yahudi’ye eziyet eden Mısırlı köle tacirini öldürmesi sonucu bu ülkeden kaçmak zorunda kalır; sonrasında Medine’ye yerleşir, burada evlenir ve kendisine Tanrı tarafından gönderilen vahiy ile peygamberlik verilerek Mısır’a geri döner; firavunu ikna eder ve Mısır’da yaşayan Yahudiler’Ie birlikte oradan ayrılır ve “vad edilen topraklar” olarak geçen ülkeye doğru yola koyulur. Kırk yıl sürdüğüne inanılan bu yolculukta, Musa Peygamber, Tanrı’dan, On Emri öğrenecek ve Musevilik inancının temel esaslarını ortaya koyacaktır. Bir bakıma İsrailoğulları’nın tarihi ve Yahudilik inancı, Exodus - Çıkış olarak da adlandırılan bu uzun yolculuğun da tarihidir.
Bu bahiste üçüncü örnek İsa Peygamber’dir. İnanışa göre, Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edildikten sonra Yahudiye Çölü’nde 40 gün seyahat eden İsa Peygamber, bu yolculuğu sırasında, Şeytan tarafından, üç kez yoldan çıkartılmaya çalışılmış ancak üçünü de reddederek bu sınamalardan başarı ile geçmiştir. Öğretisini yaymaya başlayan İsa Peygamber, bir çok yolculuk yaparak kendisine inananların sayısı artmış; son olarak yanında yer alan 12 havarisi ile birlikte, nihai yolculuğunu yaparak çarmıha gerileceği Kudüs’e gitmiştir. Passion - Çile olarak da adlandırılan ve İsa Peygamber’in Kudüs’te geçirdiği son yedi günü anlatan bu sürecin sonunda çarmıha gerilme cezasına çarptırıldığında, cezasının ilk bölümü olarak, Via Dolorosa - Çile Yolu olarak adlandırılan ve Kudüs surlarından başlayıp Kudüs içerisinden geçerek Golgota tepesinde sona eren güzergah boyunca hacı sırtında taşımıştır. Bu yolculuk, Hristiyanlık inancının önemli noktalarından birisidir. Bugün Hristiyan hacılar için ondört duraktan oluşan ve her durakta İncil’den pasajlar okunarak geçilen Çile Yolu’nda İsa Peygamber üç kez yere düşmüş, her seferinde tekrar ayağa kalkmıştır. İsa Peygamber’in hem öğretisini yaymak için yaptığı seyahatler hem inancının sınandığı çöl yolculuğu hem de yaşamının son anlarını geçirdiği Çile Yolu, Hristiyanlık öğretisinin temel taşlarını oluşturmuştur.
Peygamber yaşamlarından vereceğimiz son örnek ise Hz. Muhammed’e ilişkindir. Muhammed Peygamber, 571 yılında Mekke’de çok tanrılı bir kültürde doğmuş ve yaşamış; kırklı yaşlarına yaklaşırken gittikçe daha uzun süreler ile Hira dağına giderek inzivaya çekilmeye başlamıştır. Kırk yaşında kendisine vahiy gelmesi ile sonuçlanan bu ruhsal arayış, uzun yıllar bir başına gerçekleştirdiği içsel yolculuğun bir sonucudur. Bu yolculuğu, bundan on iki sene sonra Hicret adı verilen bir başka büyük yolculuk takip edecektir.
Hicret, 622 yılında, ilk müslümanların, Mekke’den çıkıp (Yesrib) Medine’ye yolculuğudur. Muhammed Peygamber’in doğup büyüdüğü Mekke, onu tek tanrılı, yeni bir din getiren peygamber olarak kabul etmemiş, yaklaşık on iki yıllık bir sürenin ardından peygamber ve inanırlarına zulmeden bir yer haline gelmiştir. Hicret, ilk müslümanların bölük bölük ve arkada her şeyi bırakarak yaptıkları bir yolculuktur. Sonsuza kadar değil, tekrar geri dönmek üzerine yaptıkları bir yolculuktur. Önce sahabeler hicret etmiş; arkalarından Peygamber ve Ebu Bekir devam etmiş; onlar ulaştıktan üç gün sonra da 22 yaşındaki Hz. Ali peşlerinden gitmiştir. Bu olay, sonradan, Hicri takvimin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Hicret sırasında ilk kez bir grup Arap, bir deniz aşıp başka bir yere gitmiş; bu onları değiştirmiştir. Medine’ye hicretten önce, Peygamber ile ilk müslümanlar arasında birinci ve ikinci akabe görüşmeleri gerçekleşmiş; bu görüşmelerde, ilk müslümanlar, Hz. Muhammed’i sorgusuz olarak peygamber ve lider kabul edip ona biat etmeye karar vermişlerdir.
Hicret, bir zaman sonra geri gelmek üzere, şartların uygun olmadığı bir yerden, doğru yaşamak için bir başka yere gitmek ve geri gelmek umudunu her zaman muhafaza etmektir. Hicret, bir kaçış değil; gitmek ve mücadele etmek; daha güçlü olduğunda geri dönmektir. İnsan içindeki umudu hiçbir zaman öldürmemelidir, çünkü o cennetin çocuğudur; ne olursa olsun bir gün oraya döneceğini içten içe bilmektedir. Bu anlamda insanın en büyük hicreti, içerisinden çıktığı cennete geri dönüşün arayışıdır.
Hicret, bölük bölük ve arkada her şeyi bırakarak gerçekleşmiştir. Hem akrabalar, hem evler hem mallar geride bırakılmış; muhacirler böylece özgürleşmiştir; bir bakıma, özgürleşmek, insanın bağlarından kurtulması ile mümkündür. Hicret, fert veya toplumun yer ile bağını koparır; onu özgür kılar; insan ve toplumun dünya görüşünü değiştirir ve sonuçta da dinsel, fikirsel, duygusal donukluğu ve gerilemeyi ortadan kaldırır. Hicret insanı tarihinden, toplumundan, tabiat ve tenden azade kılar.
Bu anlamda Haçlı seferleri de, bir grup batılının, doğuya hicretidir. Kendilerinden başka hiçbir toplum tanımayan Avrupalılar, Doğu medeniyetlerini görmüş tanımış ve bu sayede uyanmaya başlamışlardır. Haçlı seferleri ile Avrupalılar, Doğu Medeniyeti ile tanışmış, ondan etkilenmiş, kendileri de değişmeye başlamıştır. Bu anlamda hicret kavramını sadece fiziksel bir yolculuk olarak değil, insanın kendisinin dışına çıkarak yeni kişi, kültür ve dünyalar ile tanışması olarak da tanımlamak mümkündür.
Büyük yolculukların büyük olaylara neden olması dini konular ile sınırlı değildir elbette. 1869 yılında Hindistan’da doğan Gandhi, ailesi tarafından gönderildiği Londra’da hukuk okudu, 1891 yılında Hindistan’a dönüp bir süre avukatlık yaptı, ardından 1893 yılında bir Hint firmasının temsilcisi olarak Güney Afrika’ya gitti; burada çalışırken, ırkçı Apartheid rejimine karşı Güney Asyalı göçmenlerin haklarını savunmaya başladı; bu konuda önemli başarılar elde etti; pasif direniş metodunu buldu, 1915 yılında Hindistan’a geri döndü; burada Hindistan’ın İngilizler’e karşı bağımsızlık mücadelesine öncülük etti. 1930 yılı Ocak ayında, Hindistan’ın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından 12 Mart’ta arkadaşları ile birlikte ünlü Tuz Yürüyüşü’ne başladı. Bu tarihte, ülkede tuz üretim tekeli İngilizler’e aitti. Gandhi, 61 yaşında, peşinde binlerce kişi ile Hint Okyanusu kıyısındaki Dandi köyüne süren 388 km uzunluğundaki yolculuğunu 24 günde tamamladı; kıyıya ulaştığında yerden bir avuç tuzlu toprak aldı, içinden tuzu ayıkladı ve kendisini takip edenleri aynısını yapmaya davet etti; Hintliler’in kendisine uyması ile İngilizler’in tuz tekeli kırıldı ve bu durum Hindistan’ın bağımsızlığına giden siyasi mücadeleyi perçinledi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamı doğrudan mücadele ve yolculuklar ile geçmiştir. Bu yolculuklardan iki tanesi ülkenin kurtuluşu ve Cumhuriyet tarihi için son derece önemli olduğundan özellikle üzerinde durmak istiyoruz. 25 Nisan 1915’te, Anzak Kolordusu Arıburnu’na çıktı; hiçbir engelle karşılaşmadan Conkbayırı Tepesi’ne doğru ilerlemeye başladı. Onları, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, 628 kişiden oluşan 57. Alay ile Kanlısırt’ta karşıladı. 57. Alay askerleri sabah, yarma buğdaydan oluşan, son karavanalarını yedikten sonra, yaklaşık 8 km sürecek olan son yolculuklarını yaparak Conk Bayırı’na yerleşti ve buranın altındaki Kanlısırt’ta Atatürk’ün emri ile Anzak Kolordusu’nu karşıladı; yaşanan çatışmalarda neredeyse son askerine kadar savaşarak şehit oldu ve Çanakkale Savaşı’nın kaybedilmesine engel olarak tarihin akışını değiştirdi. Onların anısına her yıl, binlerce kişi, aynı tarihte sabah gün doğarken 57. Alay Vefa Yürüyüşü’nü gerçekleştirir; bunun için 57. Alay askerlerinin son karavanalarını yediği yerde aynı karavanayı yer ve aynı yolu yürür; 57. Alay askerlerinin şehit olduğu saatte, şehit oldukları yere ulaşır ve onları anar. 57. Alay’a bağlı 628 askerin son yolculuğu bir ülkenin kaderini ve tarihi değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, tarihi değiştirecek olan ikinci yolculuğunu ise 16 - 19 Mayıs 1919 arasında İstanbul’dan Samsun’a yaparak başlatmıştır. Milli Mücadele’nin başladığı bu yolculukta, Atatürk ile birlikte seyahat eden 47 asker bulunuyordu; bunlardan 23’ü karargah mensupları, 25’i ise er ve erbaştı. 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Atatürk, buradan Havza’ya geçerek 28 Mayıs tarihli Havza Bildirisi’ni ve ardından Amasya’ya geçerek 22 Haziran’da Amasya Genelgesi’ni yayınlamış, buradan Erzurum’a geçerek 23 Temmuz - 7 Ağustos tarihleri arasında Erzurum Kongresi’ni ve Sivas’a geçerek 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas Kongresi’ni düzenlemiştir. 19 Mayıs’ta Sivas’ta başlayan ve 11 Eylül’de Sivas’ta kısa bir süre nihayetlenen bu büyük yolculuk, aynı zamanda Milli Mücadele ateşinin Anadolu’da bir kıvılcımdan kor bir aleve dönüşerek bir ulusun bağımsızlığına giden bir süreci başlatmıştır.
Yolculuk kavramının yaşam ile olan bağlantısı ise çok daha belirgin ve önemlidir. İnsanın bizzatihi hür olması, aynı zamanda, durmadan, donmadan, kalıplaşmadan sürekli bir devinim, yolculuk içerisinde olmasının da bir sonucudur. Anlam arayışına son veren kişinin kaybedeceği ilk ve en önemli niteliği özgürlüğü olacaktır.
Diğer yandan, bir çok ezoterik & inisiyatik öğretinin ritüellerine bakıldığında, törenlerinin belirli yolculukların yapılması fikri üzerine inşa edildiği görülmektedir. Bu yolculuklarda adayın başından çeşitli olaylar geçer, sembolik olarak önüne kimi engeller çıkar; aday, kimi zaman bir müntesip yardımı kimi zaman kendi gayreti ile bu engelleri aşar; ancak bu engellerin aşılması sonucu belirli konaklarda durur, bu konaklarda kendisine gösterilen semboller üzerinden yeni bilgiler edinir; kişisel olarak gelişir. Bu anlamda her ezoterik & inisiyatik yaklaşım, öğretisini oluşturan bilgilerin ancak belirli yolculukları yaparak belirli zorlukları yenen ve bu bilgileri edinmeyi gerçek anlamda hak eden kişilere verilmesini öngörmekte; bu kişileri sınama aracı olarak yalnız veya toplu çıkılan yolculukları bir yöntem olarak kabul etmektedir. Bu anlamda yolculuk kavramı, ezoterik & inisiyatik öğretilerin olmazsa olmaz bir parçasıdır.
Tüm bu bilgiler ışığında, en başta tanım yaptıktan sonra ifade ettiğimiz şu hususlar üzerine biraz daha durmak isteriz.
Yolculuk; en basit anlamı ile insanın, iki nokta arasında hareketini ifade eder. Bu noktalar gerçek hayatta, bu dünya üzerindeki coğrafi koordinatlar olabileceği üzere, insanın kendi içerisindeki noktalar da olabilir. Bir gün bu yaşamda bulunduğumuz yeri beğenmeyiz; kendimizi eksik, kirli, kötü, yetersiz hisseder; bunları gidermek için bir yolculuğa çıkarız; belki bizi tanımayan insanların arasına gider, doğru anlaşılmayı bekleriz. Belki orada bizi ayıplamasınlar, kınamasınlar, bağırlarına bassınlar, yanlış anlamasınlar isteriz. Gittiğimiz yerde baştan başlamak, sınavlara tekrar girmek isteriz.
Bazen başka yere gitmek, başka yerler görmek isteriz. Kendimizi bilip bilmediğimizi başkaları üzerinden sınamak isteriz. Önce kendi içimize seyahat eder kendimizi tanır, eksik, fazlalıklarımızı görürüz; sonra döner bir yere gider, eksik ve fazlalıklarımızı bir de başkalarının söylemesini isteriz; en gizli hazineyi bulmak için yerin derinliklerine, kendi içimize seyahat ederiz.
Bazen yola yalnız çıkmak isteriz, çünkü bizi en iyi biz anlarız, yükümüz zaten kendimize yeterdir; ne başkasının yükünü taşımak, ne de yükümüzü başkasına taşıtmak isteriz. Bir başkası gölge etmesin bize; kendimiz çabalayıp kendi sesimizi dinleyip, engelleri tek başına aşıp kendimize, kendimizi ispat etmek için hızlı gitmek için yola yalnız çıkarız. Bazense korkarız yoldan, illa ki yanımızda birisi olsun isteriz; bir rehber üstadımız olsun; ona Albert Camus’nün dediği gibi şöyle sesleniriz: “Arkamdan yürüme; önderlik edemeyebilirim, önümden yürüme takip edemeyebilirim. Sadece yanımda yürü ve arkadaşım ol.” Çünkü biliriz ki yol elbet tek başına da yürünür ancak en güzeli zorluğu, keyfi paylaşılan; hep birlikte yürünendir. Bir Afrika özdeyişinin dediği gibi “Hızlı gitmek istiyorsan, yola yalnız çık; uzağa gitmek istiyorsan, başkası ile birlikte.”
Yola keyifle çıkmak isteriz; zorla değil; sürgün edilmek ölümden öte en büyük cezasıdır insanoğlunun. Yerinden yurdundan edilmek; zorla göç ettirilmek, canını kurtarmak pahasına kaçmak, bazen bunu yaparken eşini, dostunu, aileni kaybetmek; yolculukların en acısı da budur işte. Başımıza gelmesin, biz de başkasına başına gelmesine engel olalım isteriz.
Bazen nereye gittiğimizi bilmeden yola çıkmak isteriz; bir meçhule doğru yol almak, keşfetmek hem yeni yerleri hem yeni insanları hem de kendimizi. Sokrates’e sormuşlar; “E, yolculuk onu hiç değiştirmedi?” Sokrates cevap vermiş, “Kendini de götürmüştür de ondan” Giderken kendimizi geride bırakmak isteriz ki eski kendimiz, yeni kendimizin ortaya çıkmasına engel olmasın diye. Meçhule doğru gitmek isteriz ki peşin hüküm, yeni bilgiye mani olmasın; özgürce süzsün aklımız önümüze çıkan bilinmeyenleri.
Her yolculuk arkada bir şey bırakmak ve aynı anda yenilerini bulmaktır. Yola çıkarken üç parça eşya almak isteriz ki sahip olduklarımız asıl bize sahip olmasın. Yola çıkarken hafif olmak isteriz, yolluğumuzun ismi bile “azık”tır; yolcu yolunda, azığı belinde gerektir. Yolcunun kısmeti yolun, yolculuğun kendisindedir. Yolluksuz olur belki ama yoldaşsız olmaz, biliriz. Önemli olan varılan yer değil, gidilen yoldur. Aradığı neyse, insan odur. Yola çıkarız ve hep ararız. Yolculuk bittiğindeki biz, artık yola çıkan biz değildir; yeni ve başka bir bizdir.
İnsanın ömrü uzun bir yolculuktur; ikili kapılı bir handa; ulaşmak için bir menzile, sürekli gider gündüz gece. Ne nereden başladığını bilir ne de nereye varacağını; yine de karınca misali, durmaksızın devam eder; belki bir gün varacağı umuduyla. Bize düşen durmadan, donmadan, sürekli yürümek, yürümek ve birlikte yürümektir.
Kütüphane - Nitelikli Diğer Yazı ve Kitaplar İçin