Kötülük, Türk Dil Kurumu sözlüğünde, "Kötü olma durumu; kemlik; şer" ya da "zarar verecek davranış ya da söz" olarak tanımlanmaktadır. Bu çalışma kapsamında kötülükten kasıt ise, insanın, özellikle canlı varlıklara yönelen maddi ya da manevi nitelikte zarar veren davranışlarıdır.
Kötülük; yaygın olarak üçlü bir sınıflandırma içerisinde incelenir: 1. Fiziki kötülükler; Bunlar, insanoğlunun meydana getirmediği, onun kontrolü altında olmayan ancak sonuçları ve yıkıcı etkileri nedeniyle insanoğlunun mahvına yol açan doğal sebeplerdir. Yangın, sel, deprem ve bunun gibi doğal afetler; salgın hastalıklar gibi olaylar fiziki kötülük örnekleridir. 2. Metafizik kötülükler; varlığın sınırlılığı, sonlu oluşu, yani eksik yaratılmış olması ile ifade edilen durumdur. Alman matematikçi ve filozof Leibniz (1646 - 1716) tarafından ortaya atılmıştır; ölüm, sınırlı özgürlük ve kıyamet gibi kavramlar buraya girmektedir. 3. Ahlaki Kötülükler; nedeni insan olan ve başka varlıkların ve canlıların hayatını etkileyen kötülük türüdür; hakaret, hırsızlık, cinayet, tecavüz vb. bu başlık altında yer almaktadır. Çalışmamız kapsamında inceleme konumuz olan kötülük türü, bu üçüncü başlık altındaki ahlaki kötülüktür.
Kötülük kavramı, literatürde oturmuş şekli ile "Kötülük Problemi" çalışmamızda ele alacağımız meselenin omurgasını oluşturmaktadır. İnsanoğlu, kendini bildiği günden bu yana anlam arayışı, varoluş sorunu ile karşı karşıyadır. İnsanın bu dünyaya neden geldiği, yaşamın amacının ne olduğu, salt fiziksel ihtiyaçları gidermek dışında "var olmak" ile ne anlaşılması gerektiği gerek dinler gerekse de felsefi okulların cevabını aradığı temel sorular arasındadır. Varoluşun temel sorusu ise "Yaşamın anlamı nedir?" sorusudur. İnsanoğlu, kendisini, diğer yaşayan varlıklar olan hayvanlar ve bitkilerden ayıran temel özelliğin ne olduğu sorusunun cevabını hala aramaktadır.
İnsanın anlam arayışında, "kötülük" düşüncesi çözmesi gereken temel sorunlardan bir tanesi olarak karşısına çıkmıştır. Bunun nedeni, insanların toplumsal yaşama geçtikten sonra menfaat çatışması ve bir çok farklı neden dolayısıyla birbirine zarar vermesi, bu durumun, barışçıl yaşamın sürdürülmesine ve toplumun gelişmesine açık bir engel oluşturmasıdır. İnsan, zarar verici davranışları, bir yandan cezalandırma yoluyla engellemeye çalışırken diğer yandan, nedenlerini arayarak ortadan kaldırmak için çaba sarf etmiştir. Bir insanın, bir başka insana neden kötülük ettiği sorusu; zamanla yerini, mutlak iyi olan Tanrı'nın yarattığı bir dünyada kötülük bulunmasının çelişki oluşturup oluşturmadığı sorusuna bırakmıştır.
Kötülük Problemi ile kast edilen temelde şudur: Yaşadığımız kainatın, Tanrı ismini verdiğimiz, başı ve sonu olmayan, mutlak iyi ve adil, her şeye kadir bir güç tarafından yaratıldığını kabul ettiğimizde; yaşadığımız kötülüklerin sebebi nedir? Bu konu üzerinde ilk sorgulamayı yapan Epikür (M.Ö: 341 - 271) konuyu şu şekilde dile getirmiştir: "Tanrı, ya kötülükleri ortadan kaldırmak ister de kaldıramaz; veya kaldırabilir, ama kaldırmak istemez; ya da ne kaldırmak ister, ne de kaldırabilir; yahut da hem kaldırmayı ister hem de kaldırabilir. Eğer ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, O her şeye kadir değildir; ki bu durum Tanrı’nın karakteriyle uyuşmaz; eğer ortadan kaldırabiliyor, fakat kaldırmak istemiyorsa, O kötü niyetlidir; ki bu da aynı şekilde Tanrı ile uyuşmaz; eğer O ne ortadan kaldırmayı istiyor, ne de kaldırabiliyorsa, hem kötü niyetlidir hem de her şeye kadir değildir; bu durumda da Tanrı değildir; eğer hem ortadan kaldırmayı istiyor, hem de kaldırabiliyorsa – ki yalnızca bu Tanrı’ya uygundur–, o zaman kötülüklerin kaynağı nedir? Ya da o kötülükleri niçin ortadan kaldırmamaktadır?"
Tanrının varlığı veri kabul edildiğinde, kötülük probleminin temeli, hayatın zorlukları karşısında güçsüz ve çaresiz kalan ve kendisinden yardım talep ettiği Tanrının, bu insanı korumak ve kurtarmak için doğrudan müdahalede bulunmamasının, kudret ve merhamet sahibi olması ile nasıl bağdaştırılacağı meselesi üzerine düğümlenir. Kötülük problemi, Tanrı'nın varlığı ve iyiliği ile dünyada kötülüğün bulunması arasındaki paradoksun üzerine kuruludur. Her şeye gücü yeten ve dilese bu kötülükleri önleyebileceği kabul edilen bir Tanrı, bunca kötülüğe neden izin vermektedir? İyi ve seven bir Tanrı, dünyamıza musallat olan büyük kötülükleri düzeltmek/telafi etmek için ne yapabilirdi ve gerçekten ne yapmıştır? Tanrı, her zaman sadece iyi olanı yapan insanlar yaratabilecekken, insanları büyük kötülükler işleyecek tarzda yaratmayı neden bilerek tercih etmiştir? Seven bir Tanrı, kendisinin yaratılış niyetinin tahrif edilişine karşılık vermek ve bunun üstesinden gelmek için ne yapmaktadır?
Kötülük problemi, din ve felsefeyi karşı karşıya getiren sorunlardan bir tanesidir. Çünkü, felsefe, yaşamın anlamı ve kötülük sorununa akli yoldan çözüm bulmaya çalışırken, din ise bu soruna Tanrısal bir cevap verme uğraşındadır. Bu soru öncelikle din felsefesinin konusuyken, insanoğlunun yaşadığı, milyonlarca kişinin ölümüne neden olan büyük kıyım, savaş ve soykırımlar, sorunun cevabının aranmasını din adamlarının tekelinden çıkarmış, özellikle Aydınlanma Dönemi sonrasında, filozofların da uğraş alanı haline getirmiştir.
Bu noktada karşımıza "Teodise" kavramı çıkmaktadır. Teodise, din felsefesinde kötülük ile mutlak iyi olan Tanrı kavramının nasıl bağdaştığını açıklama çabasına verilen isimdir. Bir başka ifade ile kötülük olgusu karşısında Tanrı'nın adaleti ve haklılığını savunmak, "kötülük problemi karşısında Tanrı'yı savunma" anlamı taşır. Bu kavramı ilk kullanan Leibniz olmuş, ardından bu alanda bir çok düşünür eser vermiştir. Örneğin, Aurelius Augustinus: (M.Ö.: 354 - 430) "Kötülük, iyiliğin yokluğundan meydana gelir. Ahlaki kötülük insanın özgürlüğü ve onun fiillerinin sonucudur." derken Leibniz, "Kötülük Tanrı'dan kaynaklanır; bu iyi bir evren için zorunludur." demektedir. İslam düşünürü Farabi: "Evren, Bir'den meydana gelmiş olarak kusursuzdur. Kötülük olarak adlandırılan olaylar, maddi dünyaya ait olmakla birlikte, kainatın genel planına hizmet eder; insan fiillerine atfedilen kötülükler ise insanın olgunlaşma sürecine hizmet eder ve geçicidir; kötülük var olmasaydı, iyilik de süreklilik kazanamazdı.", İbni Sina ise "Allah, alemi mükemmel olarak yaratmıştır. Alemde aslolan iyilik ve güzelliktir; bu nedenle kötülük geçicidir ve iyiliğe hizmet eder. Aksi durum, Allah'ın iyiliğine ters düşer." demektedir.
Konuya ilahi dinlerin genel yaklaşımı, kötülüğün neden olduğu acının insanın karakterini geliştirdiği; kötü olmasaydı, iyinin değerinin bilinemeyeceği temaları üzerinden ilerlemektedir. Bu noktada "özgür irade" kavramına özel bir vurgu yapılmaktadır. Yeri geldiği için bu konuya kısa bir atıf yapmakta yarar görüyoruz: Özgür irade, kişinin eylemlerini, arzu, niyet ve amaçlarına göre kontrol altında tutabilme ve belirleme gücüdür. Kişinin belli eylemleri gerçekleştirmede sergilediği kararlılık; belli bir durum karşısında, gerçekleştirilecek olan eylemi, herhangi bir dış zorlama ya da zorunluluk olmaksızın, kararlaştırma ve uygulama gücüdür. Özgür irade kavramı, ilahi dinler kapsamında özellikle önemlidir çünkü bu dinlerin ortak noktalarından bir tanesi ödüllendirici - cezalandırıcı bir Tanrı kavramıdır. Yahudilik - Hristiyanlık - İslamiyet dinlerinin Tanrısı, insanın, bu dünyadaki iyi davranışlarını ödüllendirmekte kötü davranışlarını cezalandırmaktadır. Dolayısıyla insanın, yaptıklarının sonuçlarından sorumlu tutulabilmesinin temel koşulu, iyi ya da kötü davranışı seçme konusunda özgür olması; eylemi seçme ve eyleme geçme konusunda iradesini hür bir şekilde kullanabilmesidir. Temel sorun şudur ki, her şeye kadir, geçmişe, geleceğe ve dolayısıyla kadere hakim mutlak bir Tanrı veri kabul edildiğinde, onun yarattığı insanın, Tanrı'dan bağımsız bir iradesi olup olmadığı, insanın hür iradesi ile verdiği kararlar ile gerçekleştirdiği eylemlerin gerçek anlamda ne kadar hür ve Tanrı'nın iradesinden bağımsız olduğu tartışma konusudur. Tanrı'nın, insanın özgür iradesi üzerinde etkili olduğunun kabulü, bu irade ile meydana gelen, iyi ya da kötü, sonuçlar üzerinde, kısmen da olsa, Tanrı'nın da sorumluluğunun bulunduğu anlamına gelecek; bu durum aynı zamanda, kısmen da olsa, insanı, gerçekleştirmiş olduğu kötülüklerden de sorumsuz kılacaktır. Böyle bir varsayımın, mutlak ve adil bir Tanrı kavramı ile çelişmekte olduğu açıktır.
Konumuza dönecek olursak, ilahi dinler bakımından kötülük problemi özellikle önemlidir çünkü kötülüğün hüküm sürdüğü bir dünyevi hayata Tanrı'nın neden izin verdiği ve bu kötülüklerden dolayı insanın neden yine aynı Tanrı'ya sığınması gerektiği, bu dinlerin mensuplarına ikna edici bir tarzda izah edilemezse bu dinlere mensup olanlar, giderek artan bir oranda din ve Tanrı inancını kaybetmektedir. Dolayısıyla kötülük problemi aslında ilahi dinler açısından bir varlık sorunudur. Hepimiz için en rahatsız edici olan, insanların ancak özellikle iyi insanların başına gelen kötü şeylerdir. Buna izin vermesi konusunda Tanrı nasıl haklı gösterilebilir? Yazar John Dunning, kahramanı, polis dedektifi Cliff Janeway'in ağzından bir kitabında şöyle demektedir: "O zamanlar bir inanca sahip olmuş olmalıyım. Kesinlikle bir şey vardı. Nasıl kaybettim ki onu? Bu Tanrı olayına inanmayı ne zaman bıraktım? Çok fazla endişelenmeye gerek yoktu, zaten biliyordum ne zaman bıraktığımı: babası tarafından tecavüz edilmiş ve boğulmuş olan küçük kızın cansız yüzüne baktığım o gece."
Genel anlamıyla bakıldığında, ilahi dinlerin kötülük problemine bakış açısı şu şekilde özetlenebilir: Bu dünya, insanoğlu için bir imtihan yeridir; kötülükler de bu imtihanın bir parçasıdır. Bu imtihanın iki temel ayağı iyilik ve kötülüktür. İyilik veya kötülüğe yönelim, insana eşit olarak verilmiştir; insanda ise irade ve seçme hürriyeti vardır. İnsanın başına gelen kötülüklerin nedeni insanın yaptığı yanlış seçimlerdir. İnsan, sınırlı idrak kapasitesi ile olayların iç yüzüne tam olarak vakıf olamaz. Bu anlamda, olayların gerçek yüzünü sadece Tanrı bilir ve onların değerini da o belirler. Dolayısıyla, bu ölümlü dünyada gerçekleşen kötü olaylardan zarar görenlerin ve iyilik içerisinde yaşayanları ödülü bu dünyada değil diğer dünyada verilecektir; bunu insanoğlu bilemez, ancak buna inanması gerekir. Çünkü, ölüm mutlak bir son değil bu dünyanın bitişi ve ebedi hayatın başlangıcıdır. Dolayısıyla, ahiret gününde, kötülük yapan cezasını bulacağı gibi, iyilik eden de mükafatına kavuşacaktır. Bu anlamda, yaşam, ölümle son bulmadığı ve diğer alemde devam ettiği için Tanrı'nın bu duruma müdahale etmediği iddiası doğru değildir. Tanrı her iki dünyayı yaratmış, bu dünyada insana hür irade ve seçme özgürlüğü vermiş, bu dünyayı bir imtihan dünyası olarak kurmuş; ahiret ile birlikte insanları yaptıklarından dolayı sorumlu tutmuştur. Bu bağlamda asıl sorun kötülük değil, insanın, neyin iyi neyin kötü olduğunu tam olarak bilememesi ve kötülüğü doğru olarak yorumlayamaması sorunudur. Ölüm, sadece maddi dünyanın sonu olduğu için bir olayın bütün sonuçları ile birlikte ne nitelikte olduğunu ancak Tanrı bilmektedir. Dolayısıyla, bir dindarın asli yükümlülüğü, dünyada karşılaştığı kötülüklerle, gücü yettiğince, mücadele etme zorunluluğu ve iyiyi yapmak yükümlülüğüdür. Tanrı, insanın, sağlıklı tercihte bulunabilmesi için ona doğru ve yanlış yolları tanıtmış, bunları birbirinden ayırmak için ayrıca akıl vermiştir. Aklıyla kötüye karşı iyi olanı tercih eden insan, imtihanı kazanarak öbür dünyada mükafata hak kazanacaktır. Kötü olmadan iyinin tercih edilmesi söz konusu olmayacağından hür iradeye dayalı ve neticede sorumluluk gerektiren bir tercih için iyi yanında kötü ve kötülüğe de mutlaka ihtiyaç vardır. Bu nedenle kötü ve kötülük de Tanrı tarafından yaratılmış olup bu dünyada iyilik ile birlikte bulunması bir çelişki yaratmamaktadır. Dolayısıyla, inanan kimse, iyilik ve kötülüğün Tanrı'dan geldiğini bilip kabul ederek, bunun sorumluluğunu kendinde aramalı ve Tanrı'ya inanmaya ve kurtuluşu için ona güvenmeye devam etmelidir.
Kötülük problemine ilişkin dini yaklaşım sonrasında bir çok noktadan eleştirilmiştir. Kötülükten iyilik doğabilirse bile, diye soruyor filozof Brian Davies, "Kötülüğü, iyiliğe yol açabilecek şekilde düzenleyen biri [yani Tanrı] hakkında ne düşünmeliyiz?" Karakterimizi sınamak için bulaşıcı hastalıklardan, savaşlardan daha makul bir yol bulamaz mıydı? Belki bu tür bir dünyada kötülük kaçınılmazdır; peki Tanrı neden başka türlü bir dünya yaratmadı? Diğer yandan, insanoğlunun, resmin tamamını göremediği için bir hareketin sonucunun iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar veremeyeceğini söyleyen argüman da geçerli değildir. Bu argümana göre olan biteni doğru bağlama koyduğumuzda, kötü görünen iyi görünmeye başlayacaktır. Mesela küçük bir çocuk, bir kadının, birinin parmağını kestiğini gördüğünde dehşete kapılabilir; oysa o kadının bir cerrah olduğunu ve kestiği parmağın da artık iyileşemeyecek kadar kötüleştiğini bilmiyordur. Kötülük bu yönden bakıldığında kaybolmaktadır. Uzak görüşlü olmayan insanoğlu, yeni doğmuş bir bebeği ateşte kızartmayı iyi bir fikir olarak görmeyebilir ama bakış açımızı genişletip, bu eylemin daha büyük bir plana olan katkısını anladığımızda, ör. bu bebeğin tüm insanlığı etkileyebilecek bulaşıcı bir hastalık taşıdığını öğrendiğimizde olay bize mantıklı gelebilir, hatta bebek yakanlara yardımcı olmak için elimizi bile uzatabiliriz. Dolayısıyla büyük resim argümanı, aşikar şekilde kötü olan davranışlara makul mazeretler bulunabileceği gerekçesiyle doğru değildir. Sonuçta, Naziler, binlerce günahsız akıl hastası ve özürlü insanı öldürürken, kendilerince makul ve doğru bir neden olan mükkemel toplumu kurmak amacıyla hareket etmekteydi. Yine benzer şekilde, Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombalarını haklı çıkarmaya çalışan bir argüman da, bu bombalar atılmasaydı Japonya'nın savaşmaya daha uzun yıllar devam edeceği ve toplamda her iki taraftan kat ve kat daha fazla insan öleceğidir. Büyük resim teorisinin kabulü, insanı bu tür korkunç eylemleri de kabule itmektedir.
Bu noktada, kötülük kavramının insanın kendisinden mi yoksa dışından mı meydana geldiği tartışmasında "Şeytan" kavramına kısa bir bakış atmayı yararlı buluyoruz. Bu bakış bize birazdan, insanın, gerçekleştirdiği kötülükten bizzat kendisinin sorumlu olduğu konusundaki görüşü incelerken fayda sağlayacaktır.
Bilindiği üzere Şeytan, birçok din ve mitolojide, insanları kötülüğe teşvik ettiğine inanılan, adaletsizliğin ve tüm kötülüklerin kaynağı kabul edilen ruhani varlıktır. İlahi dinlerin genel anlayışında, Şeytan aslında Tanrı'nın yarattığı bir melek olup, Tanrı'nın insanı yaratması üzerine, insanı kıskanarak Tanrı'nın buyruğuna karşı gelmiş ve insana tapmayı reddetmiştir; ardından Şeytan, yılan kılığına girerek önce Havva'yı kandırmış, ardından Havva'nın da Adem'i kandırmasını sağlayarak yasak elmayı yemesine ve insanın cennetten kovulmasına neden olmuştur. Bu noktada Şeytan, Tanrı'ya, yarattığı insanın aciz bir varlık olduğunu söyleyerek onun emir ve yasaklarına uymayacağını ifade etmiş, Tanrı ise, Şeytan'a, kıyamete kadar mühlet vererek, bunu denemesini söylemiş ve dünya üzerindeki hayat başlamıştır.
İlahi dinler açısından bakıldığında, kötülük kavramının temel nedeni olarak Şeytan adı verilen bir varlığın sorumlu tutulması kendi içerisinde son derece tutarlıdır. Çünkü dini açıdan, mutlak iyi olan Tanrı, insanı kendi suretinde yaratmıştır ve insanın özü iyiliktir. Dolayısıyla, insan kendi içinden değil ancak, dışarıdan gelecek olan bir etki sonucunda kötülük işler. Bu dışarıdan gelen, insanı sürekli olarak Tanrı'nın emir ve yasaklarına aykırı hareket etmeye çağıran güdü ise Şeytan'a aittir; kötülüğün ana doğum kavramı olarak Şeytan kabul edildiğine, bu sadece belirli insanları etkileyebilir; dinin kurallarına uygun hareket eden insanlar Şeytan'ın etkisi altında değildir. Burada Hristiyanlık ile İslamiyet arasındaki temel fark, Hristiyanlık'ta, Şeytan'ın insanın içine girip onu etkisi altına alması iken, İslamiyet'te, insanı, Tanrı'nın izni ile ve kendisine verilen süre içerisinde hile ile yoldan çıkarmaya çalışmasıdır. Ancak ne olursa olsun, bu dini yaklaşım aydınlanma dönemi ile terk edilmiş, günahı nakleden ve kişiyi sorumluluktan kurtaran bu fikir takip edilmemiş, kötülük, psikolojik motiflerle insanın bir davranışı olarak anlatılmıştır. Şeytan kavramının, kötülüğün temel nedeni olarak kullanılmasının temel nedeni, yukarıda özgür irade bahsinde değindiğimiz gibi insanın, kendi seçim ve eylemlerinin sonuçları ve bunun sorumluluğundan kurtulma çabasıdır. Bu senaryoda, kötü eylemi gerçekleştiren insanın kendisi değil, onu etkisi altına almış, ondan daha güçlü bir başka varlıktır. Bu anlayışın değişmesi için aydınlanma dönemini beklemek gerekecektir.
Bu noktada, Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan adlı kitabından bir bölümü alıntılamak istiyorum: "isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerin daimi bir mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizdeki şeytan yok... içimizdeki aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."
Bilindiği üzere, tüm metafizik düşünceleri reddederek, her konuda akla öncelik tanıyan, Rönesans ve Reform hareketlerinin ardından Avrupa'da 17. yüzyılın ortasında başlayan ve 18. yüzyılın sonuna kadar devam eden döneme Aydınlanma Çağı adı verilmektedir. Bu dönemde bilimde ve felsefede büyük gelişmeler yaşanmış, kilisenin etkisinden kurtulan özgür düşünce, bilim başta olmak üzere, inceleme alanındaki bir çok konuyu akıl ekseninde değerlendirmeye almıştır. Kötülük Problemi de bu konular arasındadır.
Aydınlanmanın önde gelen düşünürlerinden Voltaire, (1694-1778) deist bir Tanrı anlayışı ile insanı ve yaşamı açıklamaya çalışır. Deizm, Tanrı'nın var olduğunu, evreni ve işleyiş kurallarını yarattığını fakat düzene günlük anlamda müdahale etmediğini savunmaktadır. Dolayısıyla, insanlar bu yaşamı yaşama, kararlarını verme ve eylemde bulunma konusunda özgürdür. Bu noktada akıl devreye girmektedir, çünkü insan aklını kullanarak bu dünyayı bilecek ve yönetecek güçtedir. Voltaire'e göre tüm kötülüklerin kaynağında anlama yetisini kullanmayan ve bilgisizlik içinde yaşayan birey vardır. Voltaire, "Tanrı’ya bağlanan hiçbir kötülük olamaz." düşüncesindedir. Bu yaklaşım, aynı zamanda, kötülüğün kaynağını, şeytan vb. gibi doğaüstü güçlerden alıp insanın kendisine bağlaması açısından önemlidir.
Bu anlamda, Alman aydınlanmasının temsilcisi olan Immanuel Kant ise (1724-1804) Saf Aklın Eleştirisi adlı kitabında, aklın eleştirel çözümlemesini yaparken ayrıca akla dayanan bir ahlak öğretisi kurmayı amaçlar. Bu kapsamda, Tanrı'nın kötülükten sorumlu olamayacağını, insanın kötüden iyiye doğru ahlaki gelişim göstererek kötülüğü ortadan kaldırmakla yükümlü olduğunu savunur. Eğer insan sonunda kendisini eksiksiz bir biçimde geliştirirse, o zaman kötülük kendini sona erdirecektir. Kant’a göre bu savunma Tanrı'yı aklamaktadır, çünkü bu yolu izleyen insan türü sonunda kusursuzluğa ulaşacağına göre kötülüğü Tanrı'ya atfetmek anlamsız olacaktır.
Dolayısıyla, bu iki örnekten görüleceği üzere, Aydınlanma Çağı sonrasında, yeryüzündeki kötülüğün gerçek nedeni Tanrı ya da şeytan vb. gibi dinsel, metafizik öğeler değil; insanın ta kendisidir; insan bu durumun bilincinde olmalı ve bunun sorumluluğunu almalıdır.
Bu noktadan sonra konunun tartışacağımız iki boyutu daha bulunmaktadır. Bunlardan ilki İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanan Yahudi Soykırımı bağlamında Hannah Arendt'in adlandırması ile "Kötülüğün Sıradanlığı" ikincisi ise insanın, yaptığı kötülükle yüzleşmesi bağlamında günah çıkarma ve kefaret kavramlarıdır.
Yahudi Soykırımı, Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Partisi'nin yönettiği Nazi Almanyası döneminde, 1941 - 1945 yılları arasında, işgal edilen sınırlar içerisindeki yaklaşık altı ila on milyon arasındaki Yahudi’nin sistemli bir şekilde öldürüldükleri soykırım olarak tanımlanmaktadır. Bu süreç 1933 yılında, Yahudilerin haklarının ellerinden alınması ve yüksek görevlerden uzaklaştırılmaları ile başlamış; Yahudilerin mallarının ve mülklerinin ellerinden alınması ve gettolarda yaşamaya zorlanmaları ile devam etmiş ve sonunda "Nihai çözüm" adı altında, toplanıp ölüm kamplarına götürülmeleri ve orada sistemli olarak gaz odalarında öldürülüp cesetlerinin yakılması ile son aşamaya ulaşmıştır.
Soykırım suçuna iştirak eden Naziler'den, savaş sonrasında yakalananlardan bir kısmı, 1945'te Nürnberg Askeri Ceza Mahkemesi'nde yargılanıp idam dahil çeşitli cezalara çarptırılırken, bir kısmı ise İsrail Devleti tarafından sonraki yıllarda çeşitli ülkelerde yakalanarak İsrail mahkemelerinde yargılanmıştır. Bunlardan birisi de 1906 doğumlu, Nazi Partisi üyesi ve bir SS olan Adolph Eichmann'dır. Eichmann, 1961 yılında, işlediği suçlar dolayısıyla Kudüs'te yargılanmıştır. Eichmann'ın görevi, Yahudilerin toplu olarak ölüm kamplarına sevk edilmelerini sağlamaktı. Bu kapsamda, Almanya'nın 1944'te Macaristan'ı işgali sonrasında, bu ülkedeki Yahudilerin, Auschwitz toplama kampına gönderilmesi organizasyonunu yönetmişti.
Kendisi de bir Yahudi olan ve soykırımdan önce Fransa, ardından da ABD'ye kaçarak kurtulan Almanya doğumlu siyaset bilimci Hannah Arendt (1906 - 1975), Eichmann'ın Kudüs'teki yargılamasına katılmış buradaki notlarını Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil (1963) - Eichmann, Kudüs'te: Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor isimli meşhur eserini yazmış ve kötülüğün temel ve kökten bir şey mi yoksa basitçe sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olup olmadığı sorusunu sormuştur.
Bu noktada, kötülüğün sebepsizliği üzerine bir düşünceden bahsetmekte de fayda vardır. Arendt, eserinde, kötülük ve otorite ilişkisini incelerken aynı zamanda herhangi bir gerekçe olmaksızın kötülük yapmanın mümkün olup olmadığını da tartışmaktadır. Bir açıdan bakıldığında, kötülük anlaşılmazdır; o sadece kendisi için bir eylemdir; akıldan ve mantıktan uzaktır, sebepsizdir. İlk bakışta kötülük içeren eylemlerin anlaşılabilir sebepleri olduğu düşünülse de detaylı bir inceleme, bu sebeplerin sadece görünürde bahaneler olduğunu; temelinde gerçek bir amaç olmadığını göstermektedir. Kötülüğün özü yok etmektir, çünkü iyilik, var olmaktan gelir; kötü, ancak var olanı yok edince iyiye zarar vermiş ve böylece kendini rahatlatmış olur. "Kötü insanı harekete geçiren, adaletsizliğe olan sevgisidir: Eziyet ettiği insanların güçsüzlüğünden ve aşağılanmasından keyif alır ve o ezilen insanların başlarına gelenlerin kendisinden kaynaklandığını bilmelerinden haz duyar." (The Idea of Evil, Peter Dews, Oxford, 2007, s.4.) Kötülük acı içinde olanların, bu acıyı kendilerinden kaçmak için başkalarına yönlendirdiklerinde ortaya çıkar. Naziler'in, Yahudileri soykırıma tabi tutmalarının görünüşte bir takım nedenleri vardır ancak bu nedenlerden hiç biri, ortaya konulan amaç ile buna ulaşmak için seçilen toplu öldürme metodu arasındaki bağın geçerli olduğu anlamına gelmez.
Tüm bu yazdıklarımız kapsamında, değineceğimiz son konu, insanın, yaptığı kötülükle yüzleşmesi bağlamında günah çıkarma ve kefaret kavramlarıdır. Bu konunun önemi, insanın ancak yaptıklarının sonuçları ile karşı karşıya geldiğinde bunların sorumluluğunu üzerine alacağı ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için harekete geçeceği varsayımıdır.
Yukarıda kısmen bahsettiğimiz üzere, Katolik inancında, Adem ve Havva'nın, yasak elmayı yiyerek cennetten kovulmaları ilk günah olarak kabul edilmekte; insanoğlunun dünyaya bu günah ile birlikte doğduğu ve Hz. İsa'nın bu günahın kefaretini ödemek için kendisini feda ettiğine ve öldüğüne inanılmaktadır. Yine bu inancın bir gereği olarak, insanlar, işledikleri günahların farkına varmalı, affedilmek için Tanrı'ya yalvarmalıdır. Günah çıkartmak, katolik inancında, bir din adamı ile birlikte gerçekleştirilen eylemdir. Burada asıl önemli husus, insanın kusurunu, yaptığı kötülüğü kabul etmesidir. Günah çıkartırken söylenen "'mea culpa" yani, benim günahım, benim suçum; ben yaptım; suçlayacak kimse yok kendim hariç; bunu anladım, artık günahlarımdan kaçmıyorum, onlarla yüzleşiyorum; sonuçlarını kabul ediyor ve bunları ortadan kaldırmak istiyorum, aynı günahı tekrar işlemeyeceğim anlamına gelmektedir. Bir anlamda insanın kendisi ile yüzleşmesi, yaptığı kötülüğü kabul etmesi ve sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışmasının da samimi bir kabulüdür. Her ne kadar, günah çıkartma ritüeli İslamiyet'te yer almasa da kişinin işlediği günahlar dolayısıyla af dilemesi İslam dininin bir parçasıdır. Bir hadisi şerifte Hz. Muhammed şöyle demektedir: "Eğer sizler hiç günah işlemeyen bir kavim olsa idiniz, Allah sizi helâk eder, yerinize de günah işleyen fakat hatasını anlayıp tövbe eden nesiller getirirdi". Bir başka deyişle İslamiyet, insanın hata, günah ve kötülük yapacağını baştan kabul etmekte ve hatasız bir kul yerine, hata işledikten sonra, bununla yüzleşip tövbe eden bir insanı tercih etmektedir. Nitekim, Kuranı Kerim'in indiği gece olarak kabul edilen Berat Kandili, aynı zamanda, tövbe edilerek günahlardan arınmak için özel olarak dua edilen bir gecedir. Her iki dinde de kabul edildiği şekliyle kefaret ise, işlenen günahın affı için insanın yerine getirme borcu altına girdiği edimdir. Bu edim, uzun süre oruç tutmak şeklinde kişisel nitelikte olabileceği gibi; kötülük edilen kişinin bir ihtiyacını gidermek şeklinde de ortaya çıkabilir; bu anlamda kefaret, işlenen kötülüğün sonuçlarını ortadan kaldırmak ve gerek içsel gerekse dış barışı sağlamak için yerine getirilmesi zorunlu bir eylemdir.
Sonuç:
Kötülük kavramı, insanoğlunun anlam arayışı içerisine bugüne kadar bir çok din adamı ve filozof tarafından irdelenmiş önemli bir sorundur. Başlangıçta kötülüğün kaynağını fizik ötesi varlıklarda arayan insanoğlu zamanla bu anlayışı terk ederek insanın kendisinde aramaya başlamış; bu davranışları bir yandan cezalandırma yoluna giderken bir yandan da anlamaya çalışmıştır. Ancak, insanın özünün iyi mi ya da kötü mü olduğu; kötülüğün bir sebebi bulunup bulunmadığı; bir insanın, bir başkasına gerçekte neden kötülük yaptığı sorularının cevapları halen tam olarak verilememiştir. Bununla birlikte, doğru bir hayat yaşamaya çalışan bir insanın temel yükümlülüğü, aklını kullanarak, bilinçli kötülükten uzak durmak, ancak bununla yetinmeyerek gücünün yettiğince çevresinde işlenen kötülüklere engel olmak; kendi işlediği kötülüklerden ise kaçmamak, düzenli olarak içine bakarak bunları tespit ederek, sorumluluğunu üstlenmek, mümkün olduğunca sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Bu dünya üzerinde temiz bir vicdan ile yaşamak isteyen insanın yaşam yolu budur. 13.04.2018