Bu seride yayınlanan ve konuya ilişkin diğer iki yazı için:
Rusya’nın Ukrayna’yı İşgalinin 20. YY Arka PlanıBu, kaçınılmaz mıydı? Rusya’nın Ukrayna Savaşının Kısa Bir TarihiYazının Kaynağı:
Üç ay boyunca herkes bir savaşın başlayıp başlamayacağını, Vladimir Putin’in blöf yapıp yapmadığını tartıştı. Uzun zamandır insanlara rahat olmalarını söyleyen kimi Rusya uzmanları ise bu kez insanlara endişelenmeleri gerektiğini söylüyordu. Putin’i uzun süredir eleştiren kimileri ise Putin’in sadece dikkatleri üzerine toplamak istediğini, bunun bir gösteriden ibaret olduğunu ifade ediyordu. Analizcilerin kendi aralarında ise, olayları televizyondan takip edenlerle, askeri birliklerin hareketlerini takip edenler arasında da farklı görüşler bulunuyordu. Askeri birliklerin hareketlerini takip eden analizciler, Ukrayna sınırlarında ve Kırım’da, Rusya’nın yaptığı büyük askeri yığınağın, işgalin bir ön habercisi olduğunu belirtiyordu. Olayları TV üzerinden takip eden analizciler ise Rus televizyonlarının, daha önce bir çok benzeri işgal hareketinin aksine, savaş histerisini pompalayacak yayınlar yapmaya başlamadığını, işgal için kamuoyunu hazırlamadığını, bu nedenle muhtemel bir işgalin beklenmediğini söylüyordu.
Bu soru, 24 Şubat akşamında, kesin olarak cevabını buldu; Rus füzeleri Ukrayna sınırı içerisindeki askeri ve sivil tesisleri vurmaya, Rus zırhlı araç konvoyları sınırı geçmeye başladı. Ardından herkes bunun nedenini tartışmaya başladı. Putin bir çılgın mıydı? Gerçekten de asıl derdi NATO’nun genişlemesi miydi? Ya da, uzun zamandır Putin üzerinde çalışan bir akademisyen olan Fiona Hill’in de belirttiği gibi, günümüz ölümlüleri için bir anlam ifade etmeyen, tarihi geçmişi ve kökleri olan bir takım ahlaki olmayan konular üzerinde mi düşünüyordu? Parça parça, Rus İmparatorluğu’nu yeniden kurmayı mı amaçlıyordu? Bir sonraki hedef Estonya mıydı?
Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak için Ocak ayında Moskova’ya seyahat etmiştim. Şehir çok güzel görünüyordu. Her yer karlar altında ve insanlar sakin bir yaşam sürüyordu. Evet, siyasi tartışmalar yükseliyor ve siyasi alan gittikçe daralıyord ve Covid-19 dolayısıyla, önceden kabul edildiğinden daha fazla insan ölüyordu. Ve evet, Covid’den bahsetmişken, Putin bu konuda son derece endişeliydi ve kendisi ile Kremlin’e görüşmeye gelenleri, öncesinde bir hafta, otelde, karantina altında kalmaya zorunlu kılıyordu. Kimse, işlerin daha iyiye gittiğini düşünmüyordu ama bir yandan yönetime çok yakın konuştuğum kişilerin hiçbirisi de işgalin gerçekten başlayacağına inanmıyordu.
Bu kişilerin düşüncesi, Putin’in, güç kullanarak bir diplomasi yürüttüğü yönündeydi. Amerikan istihbarat topluluğunun, akıllarını kaçırmış olduğunu söylüyorlardı. Arkadaşlarımı ziyaret ettim, onların görüşlerini dinledim ve çeşitli senaryolar üzerine birlikte fikir yürüttük. Bir işgal gerçekten başlasa bile, gerçekten başlayıp başlamayacağını bile düşük bir ihtimal olarak görüyorduk, hepimiz bunun kısa süre içerisinde sona ereceği konusunda hem fikirdik. Kırım’da yaşanan süreç benzeri bir süreç öngörüyorduk; hassas bir operasyon, son derece yüksek bir teknolojik üstünlüğe tanık oluyor olacaktık. Putin her zaman son derece dikkatli davranmıştı, kazanacağından şüphe ettiği hiç bir savaşa girmeyen bir kişiydi. İşgal, son derece yıkıcı ancak göreceli olarak acısız sonuçlanacaktı. Bu öngörülerimizin ne kadar yanlış ve hepimizin ne kadar hatalı düşündüğü kısa süre içerisinde ortaya çıktı.
Ancak herkesin yanılmış olması, derhal ne kadar haklı olduklarını iddia etmelerine de engel olmadı. Yıllardır Putin’in eli kanlı bir tiran olduğunu ifade eden Rusya uzmanları, söylediklerinin doğru çıkmış olduğu iddiasıyla haklı olduklarını dile getiren ilk kesimdi. Putin’in uzun süredir devam eden uyarılarına kulak verilmesi gerektiğini ifade eden Rusya uzmanları da, bir öncekilere göre daha sessiz olmakla birlikte, Putin’in bu uyarılara kulak verilmemiş olduğu gerekçesiyle harekete geçmiş olduğunu iddia ederek haklı çıktıklarını söylediler. Genellikle olduğu gibi, ABD yönetiminin çeşitli kademelerinde görev yapan yetkilileri de televizyonlara çıkıp, sanki bütün bu olup biten felakette bir şekilde hiç katkıları yokmuş gibi, hiç bir sorumluluk kabul etmeksizin, bilgeliklerini, izleyicilerle paylaşmaya devam ettiler.
Bu savaş kaçınılmazdı, yine de biz Batılılar, Rusya ve Ukrayna olarak buna doğru ilerlemekten kendimizi alamadık. Savaşın kendisi aslında yeni değil; Ukraynalılar’ın son iki haftadır bize sürekli olarak hatırlattıkları üzere, 2014’te Ruslar’ın işgali ile başladı. Ancak kökleri daha derinlere gidiyor. Bizler halen Sovyet imparatorluğunun ortadan kalkmış olmasının etkilerini yaşıyoruz. Elbette bir yandan da, batıda, Sovyetler’in çöküşü ardından bölgede takip edilen yanlış politikalarımızın meyvelerini topluyoruz.
Bu savaş sadece tek bir kişinin kararı nedeniyle meydana geldi, Vladimir Putin. Covid nedeniyle kendisini izolasyona almışken bu kararı verdi, kararın arkasında kamuoyu desteği oluşturmak için herhangi bir kampanya faaliyeti yürütmedi ve etrafındaki çok dar bir çemberde yer alan bir kaç kişi dışında bu kararını başka kimse ile paylaşmadı ve tartışmadı; bu nedenle de işgalin başlamasından hemen kısa bir süre öncesine kadar dahi, Moskova’da hiç kimse bunun gerçekten olacağına ihtimal vermiyordu. Daha da ilerisi, Ukrayna’daki siyasi durumu yanlış analiz etti ve işgal sonucu karşılaşacağı direnişin büyüklüğünü de tamamen hatalı olarak hesapladı. Yine de savaşın trajedesini, bunun Ukrayna, Rusya ve bizler için anlamını anlamak için son hafta ve ayların gerisine, hatta Vladimir Putin’in de öncesine gitmemizde fayda var. Her ne kadar, nerede yanlış yaptığımızı anlamak o kadar kolay olmasa da her şeyin böyle sonuçlanmasına da gerek yoktu.
1. Ayrılış: Rusya ve Ukrayna’nın SSCB’nin Çöküşünün Ardından Durumları
Otuz yıl önce, Sovyetler Birliği’ne bağlı olan ülkelerin bağımsızlıklarını ilan etmesi ile birlikte, herkes, bu büyük birliğin son derece yumuşak bir şekilde çökmüş olması dolayısıyla rahat bir nefes aldı. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki tartışmalı bölge olan Dağlık Karabağ’ın hakimiyetine dair askeri çatışmalar ve ihtilaf dışında, şiddet olayları ile pek karşılaşılmadı. Ancak zaman içerisinde ve neredeyse kaçınılmaz olarak, eski Sovyetler Birliği’nin sınırlarında yavaş yavaş sorunlar ve ihtilaflar ortaya çıkmaya başladı.
Moldovo’da, Rus birlikleri, Rusça konuşan küçük bir ayrılıkçı hareketi desteklemeye başladılar ve bu da Transnistria adı verilen ufak bir cumhuriyetin doğmasına yol açtı. Yine Ruslar tarafından siyasi ve askeri olarak desteklenen ve otonom bir bölge olan Abhazya, Gürcistan’da Tiflis ve Güney Osetya’da, merkezi hükümet ile kısa süren askeri bir çatışmaya girişti. Tüm 19. yy boyunca Rus egemenliği altına girmeye büyük bir güçle karşı koyan ve bu dönemde oldukça zor zamanlar yaşayan Çeçenistan ise bağımsızlığını ilan etmek istemesi ile birlikte kendisini bir değil iki çok şiddetli savaşın içerisinde buldu ve yerle bir edildi. Tacikistan bu süreçte, ortak sınırı olan Afganistan’da yaşanan iç savaştan da etkilenerek, kendisi bir iç savaş yaşadı. Ve daha bir çok benzer örnek. 2007 yılında Rusya, Estonya’ya karşı siber saldırı gerçekleştirdi ve 2008’de de Gürcistan’ın Güney Osetya’yı ele geçirme hamlesine büyük bir askeri müdahale ile karşılık verdi. Tüm bunlara rağmen insanlar yine de, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün mucizevi şekilde barışçıl bir şekilde geliştiğini ifade ediyordu; sonra ortaya Ukrayna çıktı.
Önceki imparatorluğun ulus yaratma laborutarında Ukrayna dışarıda kalmıştı. Eski Sovyet devletlerinin bir kısmının kendi süregelen siyasi gelenekleri ve dilleri, dini ve kültürel farklılıkları vardı; diğer farklılıkları ise daha azdı. Baltık devletlerinin tümü, iki dünya savaşı arasında, yirmi yıl boyunca, bağımsız bir şekilde kendilerini idare etmişti. Diğer devletlerin çoğunun, Çarlık Rusyası’nın 1917’de yıkılmasının hemen ardından kısa bir süre de olsa, bağımsızlık deneyimleri olmuştu. İşleri daha da karmaşık hale getirmek üzere, yeni kurulan devletler içerisinde, bu oluşumlara karşı kayıtsız kalan ya da düşmanlık beslemeyen, Rusça konuşan kalabalık nüfus toplulukları da bulunuyordu.
Ukrayna tüm bu yönlerden biricikti. Her ne kadar modern zamanlarda sadece bir kaç yıl bağımsız olarak hüküm sürmüş ise de, güçlü bir ulusal hareketi, renkli bir edebiyat dünyası ve Avrupa tarihinde, Büyük Petro’dan önce, bağımsız olduğu döneme dair kuvvetli bir hafızası vardı. Yüzölçümü olarak çok büyüktü; Avrupa’da, Rusya’dan sonraki en büyük ikinci devletti. Tohum ve ayçiçeği yetiştiriciliği yanında kömür, çelik ve helikopter motorları konusunda önde gelen üreticilerden biri olarak endüstrileşmişti. Nüfusunun büyük çoğunluğu iyi eğitimliydi. Bu nüfusun büyüklüğü ise, bağımsızlığını kazandığı 1991’de, 52 milyondu; eski Sovyet devletleri arasında Rusya’dan hemen sonra gelen ikinci büyüklüktü bu. Stratejik olarak Karadeniz’de yer alıyor ve ileride NATO üyesi olacak bir çok doğu Avrupa devleti ile de sınırlarını paylaşıyordu. Bir zamanlar Rus çarlarının yazlarını geçirdiği, Kırım yarımadasında bulunan, SSCB’nin en güzel plajlarına sahipti; burada aynı zamanda, Sivastopol’da, SSCB’nin en büyük sıcak deniz askeri üssü de bulunuyordu. 1941’de, Almanlar’ın Sovyetler Birliği’ne doğru ilerleyişinde büyük zarar görmüş ve SSCB’nin onüç kahraman şehrinden dördü burada yer almıştı (Kiev, Odesa, Kerch ve Sivastopol); bunun sebebi, güney sınırlarının müdaafasında son derece kanlı çarpışmalara sahne olması ve büyük yararlılık göstermesiydi. Rus ve Ukrayna ekonomileri derin bir şekilde içiçe geçmişti. Dnipropetrovsk’ta bulunan Ukrayna fabrikaları, SSCB’nin askeri - endüstriyel kapasitesinin hayati bir bölümünü oluşturuyordu ve Rusya’nın en büyük ihracat doğal gaz boru hatları Ukrayna içerisinden geçiyordu. Birinci dünya savaşında mevcut durumu tahlil eden tarihçi Dominic Lieven’in sözleri ile, stratejik olarak Ukrayna, daha hayati olamazdı. “Ukrayna’nın nüfusu, endüstrisi, tarımı olmaksızın, 20.yy’ın başında Rusya’nın büyük bir devlet olmasına imkan yoktu.” 1991’de aynısının geçerli olduğu ya da öyle gözüktüğü söylenebilir.
Ukrayna, Rusya için sadece jeopolitik olarak önemli değildi; kültürel ve tarihi açıdan da durum böyleydi. Rus ve Ukrayna dilleri 13. yy civarında farklılaşmaya başlamış ve Ukrayna’nın kendisine özgü ve ayrı bir edebiyatı gelişmişti; yine de ikisi, örneğin İspanyolca - Portekizce örneğinde olduğu gibi, birbirlerine olabildiğince yakın kaldılar. Ülkenin büyük bir kısmı etnik olarak Ukraynalı iken, özellikle ülkenin doğu bölümünde büyük bir Rus azınlık yaşıyordu. Belki daha önemlisi, resmi dil Ukraynaca olmasına rağmen, ülkenin büyük şehirlerinde fiili olarak konuşulan dil ise Rusça’ydı. Ve belki, bundan daha da önemlisi, halkın büyük çoğunluğu her iki dili de iyi bilmekteydi. Örneğin televizyon programlarında, bir gazetecinin Rusça bir soru sorup cevabını Ukrayna dilinde alması ya da yarışma programlarında dört kişilik jürinin ikisinin Rusça diğer ikisinin de Ukraynaca konuşması son derece yaygın ve normal karşılanan bir durumdu. Bu durum, son derece nadir rastlanan bir şekilde, iki dilli tek bir topluma işaret ediyordu.
Ancak bu durum, Rus milliyetçileri bakımından bir sorun teşkil ediyordu. Neden bir dil konuşabiliyorken, iki tane konuşasın ki? Özellikle Kırım son derece hassas bir konuydu: burada yaşayan nüfus büyük çoğunluğu Rus olarak tanımlanıyordu. Kırım üzerinde düşünmeye başlayınca ise bunu doğu Ukrayna üzerine düşünceler tamamlıyordu. O coğrafyada yaşayan çok fazla Rus vardı. Elbette, başka yerlerde de bir çok Rus vardı; ör. Kuzey Kazakistan ya da doğu Estonya gibi. Bu bölgelere ilişkin olarak da Rusların iddiaları vardı ve bu konular arada bir alevleniyordu. Örneğin daha sonraları bir yazar olan siyasi provokatör Eduard Limonov, 2001 yılında, Moskova’da, kuzey Kazakistan’ı işgal ederek burayı bağımsız bir etnik Rus cumhuriyeti olarak ilan etmeye yönelik olarak planlar yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. Ama yine de hiç bir yer Rusya’nın tarihi hayal gücünde Ukrayna kadar merkezi bir yer kaplamıyordu.
Bağımsızlığın ilk yirmi yılı boyunca, Rusya, Ukrayna’da olup bitenleri çok yakından takip etti ve gücü yettiğince, bunlara müdahil olarak etkilemeye çalıştı. Ancak bunu bir noktaya kadar ve gerektiği kadar yapabildi. Ukrayna’nın büyük Rus nüfusu, Ukrayna’nın, Rusya’nın etki alanından uzaklaşmayacağının garantisiydi; ya da öyle olduğu sanılıyordu.
2. “Anavatan Nerede Başlar?” Ukrayna’nın Bakış Açısı
Ukrayna’nın kendi içinde, Rus varlığından bağımsız olarak bir ulusun doğum sancıları yaşanıyordu. Eski Sovyet ülkelerinin bir çoğu da benzeri sorunları yaşamıştı; yozlaşmış siyasetçiler, huzursuz etnik azınlıklar ve Rusya ile bir sınır. Ukrayna’da bunların hepsi ve fazlası vardı. Büyük ve endüstrileşmiş olduğu için, çalınacak şey çoktu. Ayrıca Odesa’da, Karadeniz’de yer alan büyük bir limanı da bulunduğundan çalınanlara deniz yoluyla erişim de çok kolaydı. 2014’te netleştiği üzere, kullanmak için vakti geldiğinde, eski Ukrayna ordusundan geri kalan bir çok malzemenin, bu liman kullanılarak yurt dışına kaçak olarak satıldığı ortaya çıkmıştı.
Bunun da üzerine, Ukrayna her ne kadar bölünmüş olmasa da tam olarak bütünleşmiş bir yapı da değildi. Tarih içerisinde sürekli başka devletler tarafından işgal edilip parçalara bölünmüş olduğu için ülkenin kendi hafızası da parçalanmıştı. Bir tarihçinin sözleri ile, “Farklı parçalarının kendi farklı tarihleri vardı.” İşleri daha da kötüye götürmek üzere, Ukrayna’nın tarihi siyasi kültür açısından en değer verdiği 17. yy Kazak Hetmanlığı (Şefliği) nin mirası, anarşizmdi. Orjinal Kazaklar, serf (toprağa bağlı olarak çalışan en düşük sınıf kişi) olmaktan kaçan savaşçılardı. Siyasi sistemleri ise radikal demokrasiydi. Bunun çok güzel bir tarafı vardı ancak modern bir devlet kurmak söz konusu olduğunda kendi dezavantajlarını da birlikte getiriyordu. Ukrayna’nın bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra kaleme alınan ve yakın zaman önce kamuoyunca geniş olarak haberdar olunan bir CIA raporunda, ülkenin kısa süre içerisinde çöküp parçalanmasının kuvvetli bir ihtimal olduğu belirtiliyordu.
Yine de yirmi yıl boyunca bu gerçekleşmedi. Daha iyi ya da kötü bilinmez, demokrasi Ukrayna siyasi kültürünün köklerine yerleşmişti ve Rus hakimiyeti altında iken bir kez bile meydana gelmemiş olmasına rağmen, sonrasında iktidar sürekli olarak Rusya’ya muhalif partilerin eline geçti. 1994’te, Leonid Kravchuk, Ukrayna’nın ilk devlet başkanı olarak, rakibi Leonid Kuchma’ya karşı seçildi; rakibi, Rusya ile daha iyi ilişkiler ve Rusça’ya Ukrayna’da eşit statü verilmesini savunuyordu. 2004’te, kendi seçtiği halefi Viktor Yanukovych ise, hileli seçim sonuçları nedeniyle başlayan toplu protestolar sonucunda, daha milliyetçi ve Avrupa yanlısı bir siyasetçi olan Viktor Yuschenko’ya koltuğunu bırakmak zorunda kaldı. 2010’da, Yuschenko, Yanukovych’e karşı kaybetti ancak Yanukovych, 2014’te yaşanan Maidan devrimi ile görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Ulusal bir aday ve aynı zamanda çikolata milyarderi olan Petro Poroshenko bir sonraki başkan olarak seçildi ancak o da 2019 yılında görevini, barış yanlısı Rusça konuşan bir aday olan Volodomyr Zelenskiy’e devretti.
Ukrayna siyaseti sürekli karışıklık içerisindeydi. Rada’da yumruk yumruğa kavgalar sık karşılaşılan bir manzaraydı ve protestolar da günlük hayatın bir parçasıydı. Örneğin, 2000 yılında, başsız vücudu Kiev dışında ormanlık bir alanda bulunan gazeteci Georgiy Gongadze’nin öldürme emrini verdiğine ilişkin bir ses kaydı yayınlanan Kuchma’ya karşı büyük protestolar düzenlenmişti. (Kuchma, kayıtlar üzerinde oynama yapıldığını iddia etti. Hakkında soruşturma başlatıldı ancak mahkeme, ses kayıtlarının delil olarak kabul edilemeyeceği gerekçesiyle soruşturmayı sona erdirdi.) 2004 yılında muhalefet lideri olan Yuschenko, her yönüyle bir Rus özel operasyonunu çağrıştıran bir dioxin zehirlenmesinden canını güçlükle kurtardı. 2004 seçimlerinin ilk turunda, benzeri henüz Rusya’da bile görülmeyen bir çok açık usulsüzlük ve seçim hilesi yaşanarak, kayıt altına alındı. Bunun sonucunda kamuoyunda Turuncu Devrim olarak bilinen kitlesel protesto eylemleri düzenlendi ve yenilenen seçimleri bu kez Yuschenko kazandı. Ancak Yuschenko’nun kendisi de 2010 yılında yapılan adil seçimlerde koltuğunu devretti. Bu hep böyle benzer şekilde devam etti.
Bu iktidar değişiklikleri dönüşümlü olarak gürültülü ya da tekdüze nitelikteydi ancak aynı zamanda Ukraynalılar’ın, ülkenin ne olması gerektiğine ilişkin özgün görüş farklılıklarını da ifade ediyordu. Bazıları Ukrayna’nın, Avrupa ile daha sıkı bir şekilde entegre olmasını savunurken geri kalanları da ülkenin Rusya ile dost ve yakından bağlantılı bir şekilde yönetilmesini istiyordu. Ukrayna’nın değişik bölgelerinin kültürel ve tarihi farklılıkları, kriz zamanında yüzeye çıkıyordu.
Rusça konuşan kesim ve Ukrayna’nın geri kalan Yahudi nüfusu bakımından, ikinci dünya savaşı hatıraları ve Nazilerin ülkeyi işgali son derece önemli bir köşe taşıydı. Ukraynalı milliyetçi kesim ise bu yaşananları daha farklı değerlendiriyordu. Bazıları için ülkelerinin asıl işgali, 1921’de Bolşevikler’in Ukrayna’nın kontrolünü ele geçirdiğinde ya da 1939’da Stalin, SSCB ile Almanya arasında imzalanan ve Polonya’dan büyük bir parça kopartarak Ukrayna’nın batı kısmını oluşturan Molotov - Ribbentrop Paktı’nı imzaladığında gerçekleşmişti; hatta kimileri bunu 1654’te Kazak Hatmanlığı’nın, Rus Çarlığı’ndan koruma talep ettiği tarihe kadar geri götürüyordu. Ukrayna Direniş Ordusu olarak bilinen ve ikinci dünya savaşı sırasında, batı Ukrayna’da hem Sovyetler hem de Alman işgaline karşı direniş gösteren savaşçılar, Sovyetler tarafından, faşist hainler olarak tanımlanıyor ve Ukraynalı milliyetçi kesimin kendi anlatımlarında, ülke tarihi bakımının George Washington ve arkadaşları gibi kabul ediliyordu. Milliyetçiler için, 20 yy’da yaşanan asıl trajedi Naziler’in ülkeyi işgali değil, 1932 - 33 yılında yaşanan ve milyonlarca Ukraynalı’nın ölümüyle sonuçlanan büyük açlıktı. Bu durum, “Holodomor - aç bırakarak öldürmek” olarak adlandırılıyordu ve Stalin’in (ve dolayısıyla Rusya’nın) bilinçli bir kararı ve eylemi sonucu meydana gelmiş ve amacı Ukrayna’yı yok etmek olan bir karar, eylem olarak kabul ediliyordu.
Tüm bu tartışmalar, ekonomik olarak bir durgunluk sürecinin içerisinde yaşandı. Ukrayna’nın ekonomisi, daimi olarak, eski Sovyet devletleri arasında en zayıf olanlardan bir tanesiydi. Yolsuzluk bulaşıcı ve yaşam standartları çok düşüktü. Ukrayna ekonomisi, büyük oranda, Rusya’dan gelmekte olan ucuz gaz ve ülke üzerinden Avrupa’ya doğru geçen doğalgaz boru hatlarından elde ettiği geçiş gelirine bağımlıydı.
Ukraynalılar bakımından ise, iktidarın sürekli olarak kalıcı bir elitler grubu arasında el değiştirdiği ve umut ile hayal kırıklığı arasında seyreden çalkantılı bir siyasi yaşantı içerisinde hayatları gelip geçiyordu. Turuncu Devrim sırasında, Kiev’deki gösterilerde yer alan ve sonradan da Yuschenko’nun başkanlığı ile hayal kırıklığına uğramış olan, 2010 yılında tanıştığım bir gazeteci dostum bana, kaçan fırsatlardan yakındıktan sonra, “Tüm bunlar olup biterken zaman gelip geçiyor.” demişti. 2005 ve hatta 1991’den bu yana ne kadar az şey yapılabildiğini, ne kadar az yol alınabildiğini üzüntü ile anlatıyordu.
Ancak zamanın böyle geçiyor olmasının bir başka sonucu daha vardı. Zaman geçtikçe, Ukrayna’nın kırılgan ulus bilinci daha da güçlenebilirdi. Çünkü, sonuçta, bir ulusun üyesi olmak nedir? Meşhur bir Sovyet şarkısında geçtiği gibi, Anavatan nerede başlar? Anavatan, annenizin size ilk okuduğu kitaptaki resimlerle başlar diyor bu şarkı. Ve hemen yanı başınızdaki evde oturan sıkı dostlarınız ile devam eder. Ukrayna, Kiev’de doğan insanların sayısı, zaman içerisinde, Rusya, Moskova’da doğan kişilerin sayısını geçtikçe, başkent olarak Moskova yerine Kiev’i kabul eden insanların sayısı arttıkça, bu insanlar daha da artan sayıda Ukrayna tarihi ve dilini öğrendikçe, Ukrayna gittikçe daha güçlü bir ülke haline geliyordu. Volodymyr Zelenskiy, rol aldığı ve kendisini Ukrayna’da ünlü yapan, ardından da başkanlığa taşıyan televizyon programında, Rusça konuşan bir lise tarih öğretmeni iken kendisini birden devlet başkanı olarak bulan bir roldeydi. Bu programın kimi bölümlerinde, Zelenskiy’nin oynadığı karakter, öğrencilerine, büyük Ukrayna tarihini öğretiyor ve siyasetçi Mykhailo Hrushevsky hakkında bilgiler veriyordu.
3. Rusya için Nato, dört harflik bir kelimedir
2013 sonlarında Ukrayna’nın AB üyeliğine yönelik girişimleri, Rusya’nın vahşi muhalefetine neden oldu, bunu ise Maidan devrimi takip etti, ardından cevap olarak Rusya’nın Kırım’ı işgali ve Ukrayna’nın doğusunu kontrol altına alma çabaları takip etti. Ancak, soğuk savaşın sona ermesinin ardından, Rusya ile Batı arasındaki ilişkileri zedeleyen en büyük sorun, Nato’nun genişlemesi olmuştu ve Ukrayna bu genişlemede tam da iki kesimin arasında kısılı kaldı.
Nato genişlemesi başta yavaş ilerlerken, birden hızlandı. Sovyetler’in çöküşünün hemen ardından, Nato’nun genişlemeye devam edeceğine pek ihtimal verilmiyordu. Gerçekten de ABD siyasetçilerinin büyük kısmı ve ABD ordusu birliğin daha da genişlemesine karşıydı. Hatta bir süre için, Nato’nun artık görevsiz kalıp dağıtılıp dağıtılmaması gerektiği bile tartışılıyordu. Kuruluş amacı olan Sovyetler Birliği’ni çevrelemek amacına ulaşılmıştı ve artık herkes kendi yoluna gidebilirdi.
Ancak bu durum, Clinton yönetiminin ilk yıllarında değişti. Değişim talebi ise şu iki gruptan geldi. İlk grup, Clinton’ın ulusal güvenlik danışmanları arasında yer alan idealist bir dış politika ekibiydi; ikinci grup ise doğu Avrupa devletleriydi.
1991 sonrasında, doğu Avrupa’da yer alan eski komünist devletlerden özellikle Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya, kendilerini son derece güvensiz bir ortamın içerisinde buldular. Hemen yanıbaşlarındaki Yugoslavya parçalara bölünüyordu ve bu devletlerin de kendi potansiyel sınır sorunları vardı. Ancak en önemlisi, tüm bu ülkelerin, Rus emperyalizmine ilişkin canlı hatıraları vardı. Rusya’nın ömür boyu zayıf bir şekilde barışçı yaşam sürdüreceğine inanmıyor ve mümkünse buna karşı Nato yanında yer almak istiyorlardı. 1993 yılında Polonyalı görevlilerin, bir araştırma kuruluşu yöneticisine ifade ettiği üzere, “Bizi Nato’ya almazsanız, biz de başımızın çaresine bakmak için nükleer silah ediniriz. Ruslar’a güvenmiyoruz.”
Diğer yandan Doğu Avrupa ülkelerinin, görüşlerini kamuoyuna sunan liderlerinin kişisel güvenilirlikleri de inandırıcılıklarını artırıyordu. Diğerleri yanında, 1994 yılında, Prag’da, Bill Clinton ile Vaclav Havel ve Lech Walesa arasında gerçekleşen görüşmenin ardından Clinton, “Sorun Nato’nun yeni üye alıp almayacağı değil, bunu ne zaman yapacağıdır.” demişti. Bu yaklaşım, yani yani üyelerinin alınıp alınmaması değil de bunların ne zaman alınacağı, artık ABD’nin yeni resmi politikası olmuştu. Beş yıl sonra, Slovakya ile barışçı bir şekilde ayrılan Çek Cumhuriyeti ile Macaristan ve Polonya, Nato’ya yeni üyeler olarak kabul edildiler. Sonraki yıllarda ise 11 diğer ülke daha Nato’ya katılacak ve birlik içerisindeki toplam üye sayısı 30 olacaktı.
Yaşanan son kriz öncesinde, bazı Amerikalı uzmanlar ve siyasetçiler, Rusya’nın, Ukrayna’yı işgali için bahane arayışına girdiğinde, yakın zaman öncesine kadar Nato’nun genişlemesine itiraz etmediğini iddia ettiler. Bu iddia son derece gülünçtür. Rusya, Nato’nun genişlemesini, en başından bu yana sürekli olarak protesto ediyor ve buna karşı çıkıyordu. Rus dışişleri bakan yardımcısı, Clinton’ın Rusya baş danışmanı Strobe Talbott’a, 1993 yılında, “Nato, dört harfli bir kelimedir.” demişti. 1994 yılında ise Clinton’ın son derece yakın bir müttefiki olduğu Boris Yeltsin, müşterek bir basın toplantısında, Nato’nun, doğu Avrupa ülkelerini içine alacak bir genişleme siyasetini fark ettiklerini ve bundan dolayı büyük bir öfke içerisinde olduklarını da açık açık ifade etmişti. Yeltsin, bunun sonucunun, Avrupa’da yaşanacak olan “soğuk bir barış” olacağını öngörmüştü.
Nato daha da güçlenirken, son derece zayıf durumda ve Batı’dan aldığı borçlara mahkum olan Rusya’nın seyretmek ve şikayet etmek dışında pek bir seçeneği yoktu. Özellikle Nato’nun 1991’de Kosova’ya müdahalesi, Rusya liderlerini son derece rahatsız etmişti. Öncelikle, bu durum, Rusya’nın bir iç sorun olarak gördüğü bir ihtilafa dışarıdan bir müdahaleydi. Kosova, bir zamanlar, Sırbistan’ın bir parçasıydı. Nato’nun müdahalesinden sonra ise Sırbistan’ın parçası olmaktan çıkmıştı. Diğer yandan Ruslar’ın da kendi içinde Kosova sorununa benzer bir sorun olan Çeçenistan sorunları vardı. Ruslar, Nato’nun, bu soruna da benzer şekilde müdahil olabileceği düşüncesine kapıldılar. Rus ordusu üzerinde çalışan Amerikalı bir araştırmacı bana şunları söyledi: “Korktular çünkü kendi konvansiyonel güçlerinin ne olduğunu biliyorlardı ve ABD’nin konvansiyonel gücünün gerçekte ne olduğunun farkına vardılar. Gördüler ki içerisinde Müslüman azınlık bulunan Çeçenistan ile başları belada iken ABD, fiilen harekete geçip müdahale ederek, Kosova’yı Sırbistan’dan kopartmıştı.”
Sonraki yıl Rusya, askeri doktrinini değiştirdi ve tehdit edilirse, taktik nükleer silah kullanabileceğini söylemeye başladı. Bu doktrinin yazarlarından bir tanesi, Rus ordusunun resmi yayın organı olan Krasnaya Zvezda’ya, Nato’nun doğuya doğru genişlemesinin, Rusya’ya karşı bir tehdit oluşturduğunu ve bu nedenle, nükleer silah kullanma eşiğini düşürdüklerini söyledi. Bu, 22 yıl önceydi.
Sovyetler sonrası dönemdeki ikinci Nato genişlemesi ise en büyük olandı. 2002 yılında kabul edilen ve 2004 yılında resmi hale gelen bu dalga ile Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya birliğe üye olarak kabul edildi. Bu ülkelerin neredeyse tamamı eski Sovyet blokunun üyeleriydi; Estonya, Letonya ve Litvanya ise bir zamanlar Baltık Ülkeleri olarak Sovyetler Birliği’nin bir parçasıydı. Şimdi ise batıya dahil olmuşlardı.
Bütün bunlar yaşanırken, Rus hakimiyet alanını bir takım gelişmeler sarsmaya başladı. Arka arkaya yaşanan renkli devrimler, 2003’te Gürcistan devrimi - Gül renkli, 2004’te Ukrayna devrimi - Turuncu renkli ve 2005’te Kırgızistan devrimi - Lale renkli; tümünün ortak noktası, gücü elinde bulunduran Rusya yanlısı liderlerin, geniş katılımlı halk hareketleri ile devrilmesiydi. Bu gelişmeler batıda, demokrasinin yeniden uyanışı olarak büyük bir sevinçle karşılanırken, Kremlin’de ise Rusya’nın hakimiyet alanına yönelik müdahaleler olarak şüphe ve endişe ile karşılandı. ABD’de siyaset yapıcılar, bu özgürlük yürüyüşünü kendi aralarında kutluyorlardı. Moskova’da ise bu renkli devrimlerin, batılı gizli servisler tarafından tertiplenen ve bir sonraki hedefin Rusya olduğuna ilişkin şüpheci düşünceler hızla artıyordu.
Kremlin, batının kendisine karşı girişeceği uzun dönemli bir komplodan korkmakta pek haklı olmasa da batının kendilerini hiç bir zaman eşitleri ya da denk bir güç olarak görmediği noktasında haklıydı. Gerçek şu ki, her adımda, her aşamada, her durumda, batı ve özellikle ABD, ne istiyorsa onu yaptı ve öyle davrandı. Bazı zamanlar Ruslar’ın algısı için son derece hassas zamanlardı, bazı zamanlar ise batıya eşlik ettiler. Ancak her seferinde ABD daha da ileriye doğru bastırdı. Bir süre sonra, bu artık, doğal süreç haline geldi. İki taraf arasındaki ilişkiler ekşidi ve pozisyonlar karşılıklı olarak sertleşti. 2006 yılında, Dick Cheney, Litvanya başkenti Vilnius’ta saldırgan bir konuşma yaptı ve Baltık ülkelerinin özgürleşmesini kutladı. Dedi ki, “Baltık kıyılarına büyük umutlar getiren sistem, aynı umudu Karadeniz kıyılarına da götürebilir ve hatta ilerisine taşıyabilir. Vilnius için doğru olan neyse, Tiflis, Kiev, Minsk ve Moskova için de doğru olan şeydir.” 2014 yılında yaşanan Ukrayna ihtilafına ilişkin “Herkes Kaybediyor” isimli çok güzel kısa hikayelerinde, Samuel Charap ve Timothy Colton’un da işaret ettiği üzere, “İnsan, bu ifadelerin Kremlin’de nasıl yankılanacağını çok merak ediyor.”
Rusya ile batı arasındaki ilişkiler bakımından bir dönüm noktası olarak kabul edilen, bir sene sonra 2007 yılında düzenlenen, Münih Güvenlik Konferansı’nda, Putin buna karşılık vererek, ABD ve tek kutuplu yaklaşımını kendini beğenmiş, uluslararası hukuku çiğneyen ve ikiyüzlü nitelikte bulduğunu söyledi. “Rusya olarak bize sürekli demokrasinin ne olduğu öğretiliyor. Ancak bunu bize öğretenlerin kendileri, demokrasinin gerçekte ne olduğunu öğrenmek istemiyor.” dedi.
Bu uyarı kayda geçti ancak dikkate alınmadı. 2008 Nisanı’nda, Bükreş’te Nato ülkeleri bir araya geldiler ve Gürcistan ile Ukrayna’ya, Nato üyeliği sözü verdiler. Bir çok kişinin kabul ettiği üzere, bu gelişme, iki taraf için de son derece kötü bir durumdu; gerçekte bir faydası olmadan güvenlik garantisi şeklinde, üyeliğin sağlayacağı bir üyeliğe kabul taahhüdü. Bir kaç ay sonra, Rusya’nın o güne kadar kendi sınırları dışında gerçekleştirdiği en önemli askeri müdahale meydana geldi ve Rusya, beş günlük bir savaş sonucunda Gürcistan’ı alaşağı etti.
Geçmişe yönelik bir bakış açısıyla, Nato’nun daha hızlı hareket ederek Ukrayna ve Gürcistan’ı daha önce üyeliğe kabul etmiş olması durumunda, bu yaşananların hiç birisinin meydana gelmemiş olacağı iddia edilebilirdi. Bu tür bir bakış açısını destekleyen örnekler de mevcuttur, eski Rus cumhuriyetleri olarak Baltık ülkeleri Nato’ya girmiş ve o zamandan bu yana Rusya’nın saldırgan davranışları ile göreceli olarak daha az karşılaşır olmuşlardı. Ancak buna karşılık şu da söylenebilir: Rusya’nın gittikçe yükselen uyarıları ve Nato’ya yönelik “kırmızı çizgisi”nin ihlal edildiğine ilişkin açıklamaları karşısında, Nato, ABD ve müttefikleri çok daha dikkatli davranmalıydı. İlgilendikleri yerlerin özelliklerini, başta Ukrayna olmak üzere, mutlaka dikkate almalıydılar. Leonid Kuchma’nın meşhur sözüyle ifade etmek gerekirse, Ukrayna belki bir Rusya değildi ama kesinlikle bir Polonya da değildi. Örneğin, 2008 yılında, Batı yanlısı Yuschenko’nun gayretleriyle, Ukrayna’nın Nato üyeliğine yaklaşmasının yarattığı sorunlardan birisi, bu durumun Ukrayna içerisinde popüler olmayan bir gelişme olmasıydı, çünkü büyük çoğunlukla Ukraynalılar bunun Rusya tarafından nasıl karşılanacağını çok iyi biliyordu ve bu endişelerinde de son derece haklıydılar.
Ancak Nato ve AB, doğuya doğru daha da genişlemeye başladıkça, bu iki kesimin temsilcileri, sürekli olarak kendileri ve Ukrayna’ya karşı kabadayılık yapan bir rejime karşı daha fazla uzlaşmacı ve ödün veren şekilde yaklaşmama konusunda ilke kararı aldılar. Bir kez daha, ilkesel olarak haklı olabilirlerdi. Uygulamada ise, Putin, bu işgal konusunda, öyle ya da böyle, 15 yıldır, muhataplarını sürekli uyarıyordu. Şu anda bir çok kişi, Putin’e karşı çok daha önceden daha sert bir siyaset izlenmesi gerektiğini söylüyor; örneğin, şimdi hayata geçirilen yaptırımların, 2008’de yaşanan Gürcistan savaşının ardından ya da 2006’da, Londra’da Alexander Litvinenko’nun polonyum ile zehirlenmesinin ardından, hayata geçirilmesi gerekliydi diyorlar. Ancak bütün bunları söylerken, asıl dikkate alınması gereken husus ise, Ukrayna’nın, daha baştan böylesine hayati bir seçimle karşı karşıya gelmesini önlemek için bizim, daha baştan, hangi güvenlik düzenlemeleri ve ekonomik önlemlerin alınması konusunda daha derin düşünmüş olmamız gerektiğidir.
4. Putin ne düşünüyor
Tüm bunlara karşın, bu trajedinin ortasında bir kişi var: Vladimir Putin. Canice bir savaş başlattı ve bu kararı, ileride büyük ihtimalle önemli bir stratejik hata olarak değerlendirilecek; Avrupa’yı birleştirdi, Nato’yu diriltti, kendi ülkesinin ekonomisini mahvetti ve ülkesinin dünyadan tecrit edilmesine neden oldu. Peki ne oldu?
Putin’in yetenekleri, zekası, ahlaki değerlerine ilişkin bugüne kadar bir çok farklı görüş ifade ediliyordu. Onun bir şeytan olduğunu ifade edenler aynı zamanda çok zeki olduğunu da kabul ediyordu ve onun sadece Rusya’nın çıkarlarını savunduğunu ileri sürenler de Putin’i yetersiz olmakla suçluyordu.
Beş yıl önce yine bu gazetede, Donald Trump’ın seçilmesinin ardından Putinoloji’de yaşanan patlama sırasında, Putin’in, Rusya bağlamında, temel olarak “normal” kabul edilebilecek bir siyasetçi olduğunu yazmıştım. Bu onun, takdir edilecek birisi olduğu anlamına gelmiyordu; adaylık kampanyasına yol açan Çeçenistan savaşını yönetiş şekli bile onun kötü niyetlerinin açık bir deliliydi. Ancak onun, Hillary Clinton’ın e-postalarını hack’lediğini de sanmıyordum. Yine de düşüncem, Rusya’nın tarihi göz önüne alındığında, Sovyet dönemi sonrasına geçişin travmatik deneyimleri, Yeltsin rejiminin içsel dinamikleri ve mevcut jeopolitik durum, ismi ne olursa olsun, Yeltsin’den görevi devralacak olan kişinin ulusalcı otoriter karakterde olmasını neredeyse zorunlu kılıyordu. Burada sorulması gereken soru şudur: ismi Vladimir Putin olmasa da, seçilmiş olabilecek herhangi bir milliyetçi otoriter lider, tüm bu gelişmelere karşın daha farklı mı davranırdı? Buna yönelik elimizdeki kısıtlı tarihi deliller, örneğin, Çeçenistan’daki ilk savaşı yöneten Boris Yeltsin ya da Gürcistan’daki savaşı yöneten Dmitry Medyedev, farklı davranmayacağını söylüyor.
Benim için bu soruların anlamsız kaldığı an ise, muhalifi Alexei Navalny’yi, sinir gazı ile öldürmeye teşebbüs ettiği andı; bu suikast girişiminin, onun onayı olmaksızın yapılmış olamayacağı açıktır. Bundan önceki Rusya’da işlenen diğer siyasi cinayetleri doğrudan Putin ile ilişkilendirmek benim için daha zordu. Örneğin gazeteci Anna Politkovskaya ve siyasetçi Boris Nemtsov, Çeçen savaş lordu Ramazan Kadirov’un emri ile öldürülmüştü. Her ne kadar Kadirov, Putin’in müttefiki idiyse de bu bire bir aynı oldukları anlamına gelmiyordu. Muhtemelen, bu, sonucu değiştirmeyen bir ayrımdı. Rusya’da bir diktatörlüğün varlığından konuşmak mümkün olsa da yine de yıldan yıla azalmakla birlikte, siyasi yaşam ve düşünce özgürlüğü için az da olsa hala biraz daha yer vardı. Şu anda ise Rusya’daki diktatörlüğün nasıl bir şey olduğunu açıkça görebiliyoruz: muhalif medya tamamen susturulmuş, gazeteciler on beş yıla kadar hapis cezasına çarptırılma tehlikesi ile karşı karşıya, örneği ve açıklaması olmayan polis zorbalıkları. Ukrayna’nın işgali ile birlikte, Putin’in, standart bir Sovyet sonrası devlet başkanı gibi davrandığını düşünen hiç kimse kalmadı.
Putin’in bu düşüncelerinin acaba bir açıklaması var mıdır? Burada objektif ve subjektif faktörler olduğunu vurgulamak gerekiyor. Objektif olarak bakıldığında, Ukrayna’nın her geçen gün batı ile daha entegre olduğunu düşünmekte haksız değildi. Putin’in 2013 yılında kuvvetle karşı çıktığı, 2014 yılında imzalanan AB - Ukrayna Birlik Anlaşması, 2017 yılında yürürlüğe girdi. Nato da yoldaydı. Ukrayna’da artık Nato silahları ve Nato personeli bulunuyordu. Putin’in, Donetsk ve Luhansk cumhuriyetlerinin ayrılması yoluyla Ukrayna yöneticileri üzerinde kontrol sağlama girişimi de başarısız olmuştu. Aslında, sadece başarısız olmakla kalmamış, aynı zamanda geri de tepmişti. Nato’ya bir zamanlar şüpheli yaklaşan Ukraynalılar, yaşananları görünce Nato üyeliğini desteklemeye başlamış ve bir çok Rusya yanlısı Ukrayna vatandaşı, bu cumhuriyetlerde, Rusya’nın kuklası olarak yönetimde bulunan kişilerin neler yaptıklarını görmüştü. Ukrayna, 2021 yılında Freedom House ölçeğinde 61 puanla çok da mükemmel bir demokrasiye sahip olmamakla birlikte, Doğu Donbas olarak anılan Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetleri için bu puan sadece 4 idi. Kimse bunun kendilerine de olmasını istemiyordu. Putin, Kırım ve doğuda bir takım topraklar kazanmıştı ama Ukrayna’yı kaybetmişti. Joe Biden’ın seçilmesi ile birlikte, Amerika’nın Avrupa ve Nato’ya bağlılığı yenilenirken Ukrayna’da işler gittikçe daha az Putin’in istediği şekilde ilerler olmuştu.
Ancak yine de Putin tamamen seçeneksiz değildi. 2015 yılında, güç kullanarak, Minsk - 2 anlaşmasını ortaya çıkarmıştı; bu zor ve karmaşık barış anlaşması hiçbir zaman iki tarafça tam olarak yürürlüğe konulmadı ve Ukrayna’nın, Donetsk ve Luhansk cumhuriyetleri ile birlikte bir federasyon olarak devam etmesini öngörüyordu; buna göre, bu cumhuriyetler, birleşik Ukrayna’nın dış politikası üzerinde söz ve veto hakkına sahip olacaktı; Putin belki 2022’de Minsk - 3’ün imzalanmasını bile sağlayabilirdi. Ve eğer daha önce Minsk anlaşmasının uygulanmasını, demokratik olarak seçilmiş olan bir Ukrayna hükümetine bıraksaydı, bu hatayı yapmamayı tercih edebilirdi. Kiev’e güvenebileceği bir lider yerleştirebilirdi. İşgalden bir ay önce, İngiliz hükümeti, Putin’in tam da böyle yapmayı planladığı yönünde ellerinde bir istihbarat olduğunu açıklamıştı.
Burada ise subjektif faktörlerden bahsetmeye başlıyoruz; acaba hangi düşünce ile Putin, Ukrayna büyüklüğünde bir ülkede böyle bir operasyonun başarılı olacağına inanmıştı? Kısmen, bunun nedeni, daha önce elde etmiş olduğu daha küçük ölçekteki askeri başarılardı; Çeçenistan, Gürcistan, Kırım ve Suriye bunun örnekleriydi. Dünyanın çeşitli bölgelerinde, batının yapmak istediklerini, nispeten düşük bedellerle, boşa çıkarmakla, büyük başarılar elde etmişti.
Putin ayrıca, Ukrayna’da 2014 yılında yaşananlardan da cesaret almış olmalıydı. Kırım’ı tek bir kurşun atmadan teslim almıştı. Bir kaç hafta sonra, bir grup orta yaşlı paralı asker ise Ukrayna’nın 100 mil içerisine kadar ilerleyebilmiş ve Slovyansk isimli ufak bir kenti ele geçirerek, doğu Ukrayna’da savaşı başlatan kıvılcımı çakmıştı.
Ayrıca bir de, Putin’in, Ukrayna’nın gerçek bir devlet olmadığı düşüncesine sahip olması söz konusuydu. Bu ise sadece Putin’e özgü bir düşünce değil, bir çok Rus’un ortak düşüncesiydi ve malesef bu yüzden de Ukrayna’nın bağımsız olması gerektiğine inanmıyorlardı. Ancak bu düşünce, karşı delillere rağmen, Putin’de bir saplantı halini almıştı. Normal bir lider, Ukrayna’nın kendi isteklerine karşı geldiğini görür ve onun bağımsız bir varlık olduğu sonucuna varırdı. Ancak Putin için bu, Ukrayna’nın başkaları tarafından kontrol edildiği anlamına geliyordu. Her şeyin ötesinde, Ukrayna’nın Putin tarafından ele geçirilen bölgelerinde durum tam olarak da böyleydi; doğu Ukrayna’da ilan olunan cumhuriyetlerde kendi kukla yöneticilerini başa geçirmişti. Belki de batının da böyle yapıp Ukrayna’nın başına, tehlikeyi görür görmez kaçacak olan kendi kuklaları Zelenskiy’i geçirmiş olduğunu düşünmesi onun için mantıklıydı.
5. Bu nerede bitecek?
Ukrayna’nın direnişinin sertliği karşısında hemen herkes çok şaşırdı. Öncelikle elbette Putin, ardından işgali doğru bir şekilde öngören ancak hatalı olarak, savaşın kısa süre içerisinde sonuçlanacağını düşünen batılı askeri analistler ve son olarak da muhtemelen Ukraynalılar’ın kendileri. Savaştan önce, Ukrayna üzerine çalışan sosyologlar, bir bölüm Ukraynalılar’da, ülkeleri adına savaşma isteğinin son derece yüksek olduğuna işaret etmişti; ancak elbette bunu bir sosyoloğa söylemek başkadır, savaş çıktığında gerçekten savaşmak başka. Ancak açık bir şekilde görüldü ki, Ukraynalılar savaşmayı seçtiler.
Anlaşılıyor ki Putin, Volodymyr Zelenskiy’nin, Winston Churcill’e dönüşmesini hiç beklemiyordu. Zelenskiy, 2019 yılında barışçı bir aday olarak seçilmişti. Petro Poroshenko’ya karşı mücadele eden ve ülkenin endüstriyel güneydoğu bölümünden gelen acemi siyasetçi, etkileyici bir %73 oy oranı ile seçildi. Rakibinin seçim sloganı “Ordu! Dil! İnanç” şeklindeydi. Zelenskiy ise tam tersi, işleri bugüne kadar olandan farklı şekilde götürecek, devam eden savaşı Putin ile müzakere ederek sona erdirmeye istekli taze bir nefes olarak seçilmişti. Poroshenko’nun kampanya reklamcıları, kamuoyuna, Zelenskiy’in, seçilirse, ülkeyi satacak bir Kremlin dalkavuğu olduğu şeklinde propaganda yapıyordu. İnsanlar yine de ona oy verdiler.
Savaşın başlamasına yakın, Zelenskiy artık Ukrayna’da popüler değildi. Onaylanma oranı %20’lere kadar düşmüştü. Donbas bölgesindeki büyük ihtilafa barışçı bir çözüm yolu bulamamış ve rakiplerini ortadan kaldırmaya başlamıştı. Putin’in yakın müttefiki ve Kiev’deki adamı olarak kabul edilen Viktor Medvedchuk’u ev hapsine aldırmış, diğer rakibi Poroshenko hakkında ise, halen Zelenskiy’nin ana siyasi rakibi olarak, 2014’te Medvedchuk ve ayrılıkçı bölgeler ile iş anlaşmaları yaptığı gerekçesiyle, vatana ihanet gerekçesi ile soruşturma başlatmıştı. Daha sonra savaş tamtamları çalmaya başladığında Zelenskiy, bu sefer bunların doğru olmadığı yolunda açıklamalar yapmıştı. Özellikle Biden’in açıklamalarını, temeli olmaksızın ortalığı karıştıran açıklamalar olarak nitelendiriyordu. İşgalden bir gece önce bile Ukraynalılar’a, o akşam rahat bir şekilde yataklarına yatıp uyuyabileceklerini söylemişti. Ancak ilk Rus füzeleri, şafak sökmeden önce hedeflerini vurmaya başladılar.
Bir gün önce, Rus halkına karşı son seslenişinde Zelenskiy, savaş istemediğini açık bir şekilde belirtmişti. Ancak fazla ödün verecek bir durumu olmadığı da ortadaydı. Barışa giden tek yol olan Minsk anlaşmaları hükümlerinin uygulanması, zamanın geçmesi ile birlikte, bir çok Ukraynalı için imza tarihinden bugüne gelindiğinde daha da kabul edilmeyen bir durum haline gelmişti. Günün sonunda insanlar, daha büyük ve öfkeli komşuları tarafından, ödün vermeye zorlanır şekilde hissetmek istemiyordu. Ve bir çok gözlemcinin belirttiği üzere, bir Rus işgali ne kadar korkutucu olursa olsun, Zelenskiy tarafından verilecek büyük ödünler de büyük ihtimalle iktidarı kaybetmesine neden olacaktı.
Ve savaşı önlemenin tek yolu korkakça teslim olmaksa o zaman geriye kalan tek seçenek savaşmaktı. Bu durumda Ukraynalılar savaşacaktı ve savaştılar da.
Şimdi Rus ordu birlikleri tekrar grup haline gelip Ukrayna şehirlerini bombaladıkça, Nato güçleri güç bir tercih ile karşı karşıya; ya masum Ukraynalılar’ın öldürülmesini izleyecekler ya da müdahale edip bu savaşın genişlemesi riskini alacaklar. Bunun nerede sona ereceğini bilmek mümkün değil. Bu yazının yazıldığı tarihte, Rus liderliği, maksimalist taleplerde bulunmaya devam ediyor ve bir barış halen uzak gözüküyor. Diğer yandan, Ruslar’ın ılımlı taleplerde bulunması ve Zelenskiy’nin Kırım ve Doğu Ukrayna’nın verilmesini kabul etmesi, bu kadar Ukraynalı kanı döküldükten sonra ne kadar mümkün olabilir, hatta Ukrayna halkının kendisi bu talepleri ne kadar kabul edebilir?
Bir gün bu savaş sona erecek ve yine daha sonra bir gün, insanların umduğu kadar yakın bir süre sonra olmasa da, Rusya’daki rejim de değişmek zorunda kalacak. Rusya’nın tekrar diğer ulusların arasına katılması fırsatı doğacak. O gün görevimiz, bugün davrandığımızdan ve Sovyetler dönemi sonrasından farklı davranmak olacak. Ancak bu ileride konuşulacak bir şey. Şu anda acı ve sempati içerisinde seyrediyor ve bekliyoruz.
Kütüphane - Nitelikli Diğer Yazı ve Kitaplar İçinBu seride yayınlanan ve konuya ilişkin diğer yazı için:
Rusya’nın Ukrayna’yı İşgalinin 20. YY Arka Planı